Etgar Keret’i ne yazık ki biraz geç okudum. Daha önce Nimrod Çıldırışları, Gazze Blues ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü adlı kitapları yayınlanmış. Buzdolabının Üstündeki Kız’ı okuyunca, bu değerli öykücünün Türkiye’de pek konuşulmamış olmasına üzüldüm.
Son zamanlarda çeviri öykü pek yayınlanmıyor. Oysa Türkiye tam bir öykü ülkesi. Öykünün yazarı da, okuru da var. Üstelik, gelişmiş, olgunlaşmış bir öykücülüğümüz var bizim. Bu nedenle yayınevlerinin genç, yabancı öykü yazarlarını da takip etmeleri gerekiyor.
Keret, işte bu genç öykü yazarlarından biri. 1967 yılında Tel Aviv’de doğmuş. Bugün çoğu ülkede biliniyor ve Ortadoğu’nun önemli yazarlarından biri olarak gösteriliyor. Keret, çağımızın fotoğraflarını çekiyor; her öyküsü acılı, irkiltici bir yeryüzü fotoğrafı sanki. Anlık, pek üstünde durmadığımız yaşantılardan zekice anlamlar çıkarıyor, elde ettiği görüntüleri yorumluyor.
Sözgelimi, tek paragraflık öyküsü “Astım Krizi” böyle: “Astım krizine girdiğinde soluk alamazsın. Soluk alamayınca konuşmakta zorlanırsın. Bir cümle ciğerlerindeki bütün havayı tüketmeye yeter. Uzun bir cümleden söz etmiyorum. Üç ila altı sözcük arasında, o kadar bile değil. Sözcüklerin değerini öğrenirsin o zaman. (…)”
Öykü, Çehov’un kısa, esprili öykülerini anımsattı bana. Keret, öykünün geleneksel kurallara bağlılık konusunda nasıl hınzır bir tür olduğunun farkında; bu nedenle mizaha yaklaşabildiği ölçüde yaklaşıyor. Ama mizahın alanına girmiyor. Bana kalırsa, tam anlamıyla “bıçaksırtı” dediğimiz yerde yazıyor yazacaklarını. Çünkü, aslına bakılırsa, gerçeklik de, fantezi de öykünün görevi değildir. Ancak öykücünün bunları öykünün birer nesnesi, birer aracı olarak görmesi gerekir. Tümüyle gerçekliğin içinde yer alan bir öykü, gerçekliği okura “göstermiş” sayılmaz. Onun görünür olmasını sağlamak istiyorsanız, zemini fantezi ile boyamanız gerekir. Keret öykünün bu tür araçlarını kendine özgü yöntemlerle seçiyor ve uygun ölçülerde kullanıyor. Tabii, fanteziyi ve gerçekliği yalnızca anlattığı olaylarda değil, yalın, duygusal durumları aktardığı betimleyici cümlelerde de doğal biçimde, ölçülü kullanıyor. “Otobüslerin Öldüğü Gece” öyküsünün son paragrafında olduğu gibi:
İnsanlar şambali satıcısının arabasını ateşe verdiğinden, müzik dükkânlarındaki kasetlerin ıstıraptan çatladığından, terminalde bekleyen gözleri kan çanağına dönmüş askerlerin evlerine yürürken gülümsemediklerinden söz ediyorlardı. Onlar bile üzgündüler. Terk edilmiş bir otobüs durağı bankı buldum, oturdum ve gözlerimi kapattım. Transfer biletimdeki delikler sıradan delikler gibi görünüyordu hâlâ.
Oysa, yaşadığımız çağda artık hiçbir şey sıradan değil. Otobüs duraklarındaki banklar terk edilmiştir, askerler gülümsememektedirler ve transfer biletlerindeki delikler de asla sıradan delikler değildir. Her şey açıkça bir göstergeye dönüşmüştür. Keret, başta da söylediğim gibi, yaşamımızı yönlendiren küçük ama etkili yaşantıların fotoğrafını çekmektedir. Okulda, otobüs durağında, tiyatroda, bir partide, mahalle arasında yaşananların sıra dışına dönüşmüş olması nasıl açıklanabilir?
Uzaklarda büyük çatışmalar yaşanır, sözgelimi Irak’ta, gözümüzün önünde milyonlarca kişi öldürülür. Çatışma, cinayet, şiddet sıradan bir şey durumuna yükseldiği zaman, günlük yaşamın sıradan davranışları da birdenbire sıra dışı görünümler alır. Bu nedenle gerçeklikle fantezi, gerçek yaşamda da zaman zaman birbirinin yerini alabilirler.
Yine de, Keret’in gözlemlediği dünyanın bugün ne kadar farkında olduğumuz tartışmaya açıktır. Keret, eskiyle yeniyi karşı karşıya getiriyor. Eski ahlâkla yenisini, hümanistle yararcıyı, askerle sivili, barışla savaşı, aşkla aşksızlığı… Sözgelimi, kadınları, tüm o birbirinden güzel ve etkileyici kadınları tek sözcükle (Kal!) elde eden öykü anlatıcısı, kadınlardan onları tek sözcükle büyülediği için değil de, kendisi için, onu sevdikleri için birlikte olmalarını istediği zaman hüsrana uğruyor. Çünkü o zaman kadınların ona olan ilgileri, o büyülenmiş dikkatleri tümüyle dağılıyor. Hiçbiri onu o olduğu için sevmiyor. Bundan böyle, aşkın eskisi gibi yaşanması imkânsızlaşmış oluyor böylece. “Dünya o kadar küçülmüştü ki, artık kaybolmaya olanak kalmamıştı…”
Elbette, çocukluk çağı da bundan böyle eskisi gibi yaşanmayacaktır. Zira şiddet, çocukluğa özgü fanteziyi de ele geçirecektir. “Şapka Numarası” öyküsünde, çocuk, arkadaşları için şapkadan tavşan çıkarma numarası yapmaya kalkışır. Eskiden beri sürdürdüğü bir iştir bu. Ancak o gece kimse ilgi göstermemektedir ona. Yine de sahneye çıkar, şapkayı ters çevirir ve şapkadan her zamankinden farklı bir tavşan çıkar. Bir tavşan başı… Tavşanın başı kopmuştur, sihirbazın koluna kan damlamaktadır. İşte o zaman en kötüsü olur: Herkes sihirbazın başına toplanır, alkışın ardı arkası kesilmez. Numarayı yeniden yapması istenir. İkinci denemede tavşanı sağ salim çıkaracağını uman sihirbaz bu kez şapkasından ölü bir bebek çıkarır. Keret, öyküyü şöyle bitirir: “Sanki biri bana tavşan ya da bebek olmanın zamanı değil demeye çalışıyordu. Ya da sihirbaz olmanın.”
“Tam uykuya dalmak üzere olduğunuz o ânı düşünün. Henüz tamamen dalmadan, yarı uyanık olduğunuz o en son an. Uykuya teslim olmadan, o son çizgide, tuhaf düşler görürsünüz. Ama o sırada uyursanız, bu düşerin tümünü unutursunuz. İşte ben, o son çizgiden geçip, uyanıyor ve orada gördüğüm garip düşleri yakalıyorum. Benim yazdıklarımın bir kısmı da bu düşlerdir zaten!”
E. A. Poe'nun sözlerini anımsattı bana. Sayfaları aşındırılacak bir kitaba benziyor.
Yeni yorum gönder