Sezai, Ali’yi tanıdıktan sonra Ali olmayı hiç kimseye bırakmıyor. Kaleler kuşatmayı, bir mümin ölünce ağlamayı. İnanmış adamların övüncüyle sabırla beklemeyi geceleri. Dört yaşında okul kitaplarını karıştırarak kendi kendine okumayı öğreniyor. Ali okuluna kaydoluyor önce cenk kitaplarını okuyabilmek için. Bir flanör değildi Sezai Karakoç şehri avare adımlayan. Onun için şehir medeniyetin ta kendisiydi, her taşında insan izi.
Anahtar kelimeler: Ergani, baba, kış, soba, gaz lambası, kitap. Bu anahtarla açıyor çocuk şiirin kapısını. Dışarda kar fırtına, içerde babanın ılık sesi. Kitap okuyan ses ılıktır, hele Ali’den söz ediyorsa. Hele Ali atıyla gelip çocuğun önünde duruyorsa. “Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde / Binmiş gelirdi Ali bir kırata...” Sezai, Ali’yi tanıdıktan sonra Ali olmayı hiç kimseye bırakmıyor. Kaleler kuşatmayı, bir mümin ölünce ağlamayı. İnanmış adamların övüncüyle sabırla beklemeyi geceleri. Dört yaşında okul kitaplarını karıştırarak kendi kendine okumayı öğreniyor. Ali okuluna kaydoluyor önce cenk kitaplarını okuyabilmek için.
Şair parmak kaldırmışsa dünya titremelidir
Beş buçuk yaşında içi kum dolu bir masanın yanında buluyor kendini. Kuma parmaklarıyla harfler yazan çocuklar arasında. İlk yazdığı harf A olmalı. Ali’nin A’sı. Varsın sıra sandalye olmasın sınıfta. Toprağa yazmayı öğrenmeli, topraktan yazmayı, toprakla yazmayı. Parmağıyla yazmayı. Şairler nereye dokunsalar parmaklarıyla oraya yazılabilir. Havaya bile. Toprağa ve havaya. Denize ve kuma. Kuma ve güneşe. Şair parmak kaldırmışsa dünya titremelidir. “İnsanlar havada uçtular ama yerde öldüler / Bunu bana öğretmediniz,” diyebilir çünkü o. Toprağın ağırlığından söz edebilir. “Güneşin yeni doğduğunu sana haber veriyorum / Yağmurun hafifliğini toprağın ağırlığını / Ve bütün varlığımla kara yılan seni çağırıyorum / Seni çağırıyorum parmaklarımdan süt içmeye / Pamuğun ağırlığını yapan dağın hafifliğini / Sana haber veriyorum yeni doğduğunu güneşin”
Sezai Karakoç on dokuz yaşında güle yazdı şiirini. Gülü yeni bir gül yapmak için yazdı. Kendi ifadesiyle, “Modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi,” yaptığı. Mecnun’un olduğu yerde çöl vardı. Çölün olduğu yerde kum. Kumun olduğu yerde şiir. Parmakla yazılmış. Hisar dergisinde yayınlanır yayınlanmaz kuşatıyor şiir ruhları. “Zambaklar en ıssız yerlerde açar / Ve vardır her vahşi çiçekte gurur. / Bir mumun ardında bekleyen rüzgar, / Işıksız ruhumu sallar da durur.
/ Zambaklar en ıssız yerlerde açar.” Her yerde Mona Rosa okunuyor. En ıssız yerlerde bile. Şair tek şiirle anılmaktan korkuyor. Şiirinin yayılmasını engellemeye çalışıyor sonra. Şair şairi çeker. Necip Fazıl İstanbul’a çekti onu, Büyük Doğu’ya. Üniversite son sınıftaydı Sezai Karakoç, Ankara’da. Hiç tereddüt etmeden davete icabet etti. Büyük Doğu ocağı niceleri gibi onu da pişirdi. Sonra ateşi kendi dergisine taşıdı.
1955’te çıkardığı “Şiir Sanatı”na. İki sayı çıkabildi ancak dergi. Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdürlüğü’nde çalıştı okulunu bitirdikten sonra. Ekmek sıcaktı. Gerçek hazine şiirdi, ekmekten sıcak. İlk dergisini çıkardıktan beş yıl sonra 1960’ta “Diriliş” bayrağını açtı. Fakat yine iki sayı dalgalanabildi bayrak. Vergi dairesinde Sezai Karakoç’un ne işi var. Ekmek sıcaktı, şiir daha sıcak. “Karın yağdığını görünce / Kar tutan toprağı anlayacaksın / Toprakta bir karış karı görünce / Kar içinde yanan karı anlayacaksın...” Önce “Körfez/1959” sonra “Şahdamar/1962” çıktı. Körfez şiirin sığınağı, Şahdamar kanıydı. Ancak altı yıl dayandı “Diriliş” hasretine. 1966’da arkadaşının verdiği borç parayla neşretti yeniden dergisini. 32 yıl boyunca aralıklarla tam 396 sayı çıktı Diriliş. Kıyamet aşısıydı nesilleri diri tutan. Fakat hayat ona ikinci yeni şiirinde bir balkon da armağan etti. Balkon şiirini üniversiteden arkadaşı Cemal Süreya’ya göndermese ikinci yeninin Pazar Postası’na dahil olmayacaktı. “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon / Ölümün cesur körfezidir evlerde / Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların / Anneler anneler elleri balkonların demirinde...” Cemal Süreya onun için “ Bulgucu bir adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu... Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukarıdadır,” diyordu. Nitekim ikinci yeni ortaklığına da girmedi Karakoç. Arkadaş hatırına bir süre ikinci yeni treninde seyahat etse de aklı hep kendi istasyonundaydı: Diriliş’te.
Kalem dağdan ağırdı
Diriliş, Karakoç’a göre edebiyat akımından çok hakikat akımıydı. Bir düşüşten çıkış ve kurtuluş, acı deneylerden sonra, varoluşun gerçek anlam ve amacına kavuşması, ruhlarda kapanmış bir kapının yeniden açılması, İslam ruhunun yeniden insanlığa dönüşüydü. Ona göre bu düşüncenin söylemde kalmaması, esere ve davranışa sinmesi gerekiyordu. “Sırtımızda yapısına taş taşıyacağımız, alın teri katacağımız tek anıt budur. Sustuğumuzda da konuştuğumuzda da,” diyordu Karakoç.
Şairliği ve yazarlığı narsist bir dışa vurum olarak değil kutsal bir çile olarak görüyordu o. “Şair, kafasına düşen kelimeleri çarmıha gere gere ve kendisi de o kelimelerle çarmıha gerile gerile, doğum acıları içinde kıvrana kıvrana şiirini biçimlendirir,”di. Yazar ise “Birkaç bin metre derinlerde kömür çıkaran, denizin dibinde sünger arayan, bendini yıkmış suya karşı çıkan bir insan gibi”ydi. Kalem dağdan ağırdı, herkes taşıyamazdı onu. Şair için tehlikeler vardı.
Aman diyordu Karakoç, fazla soyutlanıp hayat damarlarını kurutmasın. Borazanı olmasın kimsenin. Kimdi o halde şair? “O ne bir grevci, ne bir mitingcidir. Şovmen hiç değildir şair. Çağın aldatıcı nitelendirmelerine kanmamalı. O, kimsenin yanında yer alacak değildir. Ona gereksinim duyanlar varsa, lütfen, onun yanında yer alsınlar.”
Sezai Karakoç şiirin dirilişini gelenekte arıyordu. Fakat eski şiirin ruhunun dirilişiydi aradığı, biçimlerin ve manzumların aynen algılanışı değil. Eski şiir yeni şekiller doğurmalıydı güne hitap eden. Şiir aruzla yazılmak zorunda değildi mesela. Aruzun ruhuna, yankısına talip olunmalıydı belki. Bülbül de yenilenmeliydi gül de; şarap da yenilenmeliydi sâki de. Destanlar günümüz insanının okuyabileceği tarzda yeniden yazılmalıydı. Sezai Karakoç için önemli olan özdü. Bu usareyi hangi biçimin içine koysa yeni bir şiir lezzeti doğuyordu. Ah ritmi ne kadar seviyordu şair! Hayatın bütün akışı bir ritim değil miydi zaten! Kelimeleri tekrar etmenin sanatsal hazzını tatmıştı o. Fakat sırf tekrar etmek için tekrar etmiyordu, tekrar edilmesi gerektiği için tekrar ediyordu. Şiirin ihtiyacıydı esas olan. Coşkuyu ifade etmenin yolu bazen tınıyı vurgulamaktan geçiyordu. “Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris’nin / Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili / Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili / Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili / Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili / Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil / Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil…”
Bir flanör değildi Sezai Karakoç şehri avare adımlayan.
Onun için şehir medeniyetin ta kendisiydi, her taşında insan izi. İstanbul’un yeri ayrıydı fakat. Hayatı İstanbul’a gelmekten ibaretti onun. İstanbul’da yaşadığı halde hep İstanbul’a gitmekten ibaret. İstanbul’u arayan bir İstanbulluydu şair. Diyarbakır mı? Diyarbakır da İstanbul’du. Sultandı İstanbul şehirleri etrafında toplayan. “Alınyazısı”ydı kaçmanın mümkün olmadığı. İstanbul’u anlattığı “Alınyazısı Saati” şiirine, “Yeryüzüne ayı indir o bir şehir olsun / Yaklaştıkça büyüyen / Ayrıntıları setleri bahçeleri / Yumuşak çizgileriyle ortaya çıkan / İşte ben o şehri yaşadım yıllarca / İstanbul’da parça parça / Çeşmelerinde ayı yaşadım / Servilerinde ayla birlik bölündüm/Ayla birlik yaralandım...” mısralarıyla başlamıştı Karakoç, ay bir medeniyetin işaretiydi çünkü.
İstanbul İstanbul’dan büyüktü hem bütün İslam şehirleriyle akrabalığı vardı. İstanbul için savaşmak, İslam âlemi için savaşmaktı. “Alınyazısı Saati”nin kadranında bu gerçek dönüp durmakta, şiir bu vurguyla sonlanmaktaydı. Kıyamete kadar söylenecek bir türküydü bu. Tanrı’ya kulluk ederek özgür olanların türküsü. Güneşleri üzerine hiçbir güneş, duvarları üzerine hiçbir duvar tanımayanların.
“Savaşçıyım ben atalarım gibi/ İstanbul için savaşırım/ Bağdat’ın dervişlik ortağı/ Şam’ın kılıç kardeşi/ Olan İstanbul için/ Benim güneşimden öteye kimse gidemez Benim güneşimin üstüne doğmadığı hayat hayat değil/ “Benim duvarımdan yüksek duvar haraptır”/ Gerçek özgürlüktür kölelik değil Tanrı’ya kulluk/ İstanbul olacak yine gerçek özgürlüğün türküsü/ Kıyamete kadar söylenecek türkü” “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkenti’ne” şiirinde de şehir medeniyet köprüsünü kuruyordu Karakoç, kendi medeniyetinin kurban edilmesine izin vermeyen. “Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı!” diyerek Lale devrinden bir pencere açıyordu dünyasına: “Bana ne Paris’ten/ Newyork’tan Londra’dan/ Moskova’dan Pekin’den/ Senin yanında/ Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı/ Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu/ Geceme gündüzüme/ Gözlerin/ Lale Devrinden bir pencere/ Ellerin/ Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den/ Kucağıma dökülen/Altın leylak”
Güneşin turuncu silgisi
Mısralar fışkırıyor her yerden, Sezai Karakoç seksen sekiz yaşında. Şairin yaşından bize ne, şairin yaşı mı var! “Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar,” demesine bakma, hiçbir şair gidememiştir. Bunu görebilmek için yapı aralıklarından bakmak gerek. Yağmurun iyi ve doğru yağmadığını bilmek, karşılıklı yağmadığında. “İyi ki bilmiyor kalabalıklar, yağmura bakmayı cam arkasından.” Bilselerdi topraktan portakal buğusu yükseldiğini göreceklerdi her sağanaktan sonra. Güneşin turuncu silgisiyle sildiğini balkonları binalardan.
Sezai Karakoç seksen sekiz yaşında. Şairin yaşından bize ne, şairin yaşı mı var! Ben hiç yaşlı şair görmedim. Kandan elbiseler giyen bir şair gördüm dipdiriydi. Kılcal damarlarımıza kadar nüfuz etti, dipdiriydi. “Konuşmuyoruz/ Kelimelerini aldı gitti…” O sustukça şaşırıyorduk. İçerliyorduk bizi aramamasına. O sustukça kırılıyorduk. Tam söz söylenecek zamandı. Oysa kapatmıştık telefonlarımızı sürekli arıyordu o. Diriliş alanından çıkmıştık şairin, sürekli arıyordu. “Çeşmelerden telefon ederim ben/ Sebillerden türbelerden/ saray toz ve dumanlarından/ Alınyazısından…”
Yeni yorum gönder