Biraz kişisel olacak ama bir bağı var diye anlatacağım. Vaktiyle (epey vaktiyle, çocukken) annemin yine delirdiği bir zamanlarda –ki epeyce kendisinin farkında olduğunu çok sonradan kavradığımı da söylemem gerekli… Hastaneye götürmek isteyenlere bağırıp çağırıyor: “Ben deli değilim, sinir hastasıyım!” Psikiyatri ya da psikolojiyle ilgisi zaman zaman Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni isteksiz ziyaretleriyle (bu ziyaretler misafirlikle sonuçlandığı zamanlarda sinir hastası olarak girdiği hastaneden deli olarak çıktığını da müşahede etmek gerekli) sınırlı olsa da psikoz (‘deli’) – nevroz (‘sinir hastası’) ayrımının farkında olduğu açıktı. Bunun için Freud’u okuması gerekmemişti. Ha, bilseydi ne olurdu, bir işe yarar mıydı, çok şüpheli. Asıl derdi nevroz olan (daha da daraltırsak ‘histeri’) Freud’un ‘insanı’ anlamak için anlattığı hikâyeler bugün de bir değer taşısa da ‘sinir hastaları’nın ‘iyileşmesinde’ çok katkısı olmadığını da biliyoruz.
Eğer ‘işe yararlılık’ı ölçüt alacaksak, hâlâ psikanalizin entelektüel etkisinin nörolojiyi temel alan ekollerle kıyaslandığında bu kadar güçlü olmasını nasıl açıklayacağız. Evet, Freud da söylediklerinin bilimin gelişmesiyle birlikte nörolojiyle destekleneceğini düşünüyordu; ama hiç de öyle olmadı. Psikanaliz bugün bireyi ailenin içine hapseden üç kişilik bir ortaoyunundan belki biraz daha fazlası ama ‘Bir grup hippi ile beraber tatile çıkmak isterdim’ dediğinizde psikanalistin ‘Hmm, demek büyük pipi…’ (Gilles Deleuze ve Claire Parnet’nin ‘Diyaloglar’ından) yanıtını vermesini sadece sinik bir psikanaliz parodisi olarak da görmemeli. Psikanaliz gerçekten de epeyce pipilerle ilgili bir şey (annemin pipisi olmadığı için de Freud işine yaramazdı sanırım). Malum hiçbir pipi hayat kadar sert değildir ve delilerin-sinir hastalarının bu sertlikle baş edebilmeleri için daha fazlasına ihtiyacı vardır.
Peki ama nasıl oluyor da psikanaliz 20. Yüzyıl’a yön veren birkaç radikal düşünceden biri olmayı başarabildi?
Bu sorunun ‘bir’ yanıtı, bugün psikanalizin bir tedavi yöntemi olarak hâlâ yaygın olarak kullanıldığı ABD’de yatıyor olsa gerek. Fransa ve Latin Amerika’da (Özellikle Arjantin) da güçlü bir psikanaliz geleneği var ama ABD’deki etkisi daha farklı psikanalizin. ‘Amerikan tarzı’nın her türlü radikal fikri absorbe edip ‘kabul edilebilir’ bir formata dönüştürme yeteneğiyle ilgili bu fark: ‘Pop’laştırma.
Özellikle Amerikan sinemasının ‘ruhsal meseleleri’ ele almaya karar verdiğinde ‘çocukluk’ ve ‘anne’yi (‘baba’yı da unutmamak lazım) bayağı bir ‘sömürdüğünü’ biliyoruz: Hitchcock’tan David Lynch’e , bağımsız yapımlardan en kötü B sınıfı filmlere Freud beyazperdeyi epeyce kat etti. ‘Poplaşan’ psikanalizin ne kadar psikanaliz olduğu tartışma götürse de Oidipus’un Sophokles’ten kat kat meşhur olduğu bir vakıa.
Haklarını yemeyelim, ‘poplaştırmada’ bu kadar yetkin oldukları gibi, ‘karmaşık olanı yalınlaştırma’da da Amerikalılar oldukça başarılıdır. Her konuda bir ‘yeni başlayanlar için’ vardır mutlaka. Bazen hiç okumamak bu tip kitapları yanlış ve yanlı öğrenme ihtimaline karşı elbette ki yeğdir. Ve tabii ki Freud ve psikanaliz üzerine de bu kitaplardan epeyce mevcut.
Optimist Yayınları’nın görünüş itibarıyla da epey ‘Amerikan’ olan ‘Teach Yourself’ dizisinden (Niçin ‘Kendin Öğren’ değil) çıkan ‘Freud-Kilit Fikirler’ (Diziden çıkan önceki kitaplar ‘Marks-Kilit Fikirler’ ve ‘Psikolojiyi Anlamak’), açıkçası İletişim’in çok Fransız olan Cep Üniversitesi’nden, NTV’nin meseleyi hiç de öyle yalınlaştırmayan Cepkaynağı’ndan ve hatta Dost’un bir türlü bütünlüklü bir bakış oluşturamayan, yazarı ne diyorsa o olan ‘Kültür Kitaplığı’ndan çıkan benzer kitaplardan daha doyurucu bir ‘giriş’ kitabı. Tembel okurlar için düşünülmüş ‘5 dakikanız varsa’ ve ‘10 dakikanız varsa’ bölümlerini geçince kitabın kalan kısmı Freud’un yaşamından, psikanalizin klasik vakalarına, Freud’un temel kavramlarını oluşturmasından ardıllarıyla çatışmalarına ve psikanalizin 20. Yüzyıl’daki etkisine, hemen hemen psikanalize dair genel hatlarıyla bilinmesi gereken oldukça doyurucu bir içeriğe sahip.
Yeni yorum gönder