Türkiye'de hikaye deyince klişeleşmiş iyi yazar Anton Çehov olagelmiştir. Adı bilinmeyen onlarca yayınevi telif derdi çekmeksizin Çehov hikayelerini bir öyle bir böyle basar. Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatroları, hatta özel tiyatrolar her sezon Çehov uyarlamaları yapmaya doyamaz. Milli Eğitim orta öğretim edebiyat kitaplarına, okuma listelerine kendilerince masum buldukları, gayrı politik, gayrı erotik Çehov hikayeleri koymadan edemezler. Nuri Bilge Ceylan’ın da son filmi Kış Uykusu’nda “çok sevdiği Rus öykücü”den etkilendiğini okuyoruz. Hikaye değil roman deseydik, esin kaynağı bu sefer muhakkak Dostoyevski olacaktı. Edebiyat ilgimiz bilgimiz o kadar köhne ki, 30'larda 40'larda ne okunuyorduysa orada kalmış gibiyiz; kıt bir Rus ve Fransız yazar seçkisinin ötesine geçemiyoruz. (“Zamansız” iyi edebiyat elbette vardır, ve Çehov da Dostoyevski de “en iyilerden”dir, ama şimdi bunu tartışmıyorum.)
Halbuki bugün artık okuyunca mutlu olduğumuz, dostlarımız okusun istediğimiz, farklı sanat dallarına aktarmayı arzuladığımız, iyi hikaye deyince aklımıza örneğin Alice Munro gelmeli. Dünyanın en olası karakterlerini, en lalettayin durumlarda, gayet sıradan bir olay örgüsüyle karşımıza getiren Munro, beklemediğimiz bir anda derin, varoluşsal meselelerimize çomak sokuyor. Bana sorarsanız iyi hikaye budur, ortada fol yok yumurta yokken insanı alı al moru mor, eller kucakta bırakıverir. Sait Faik Abasıyanık gibi. Birçok Sait Faik hikayesi Munro'nunkilere kıyasla çok daha kısa. Hatta eleştirmenlerce plansız, çalakalem bulundukları dahi oluyor. Ama işte Türkçe hikaye deyince edebiyatbilir, edebiyatsever, nadide sayılı dostun istisnasız olarak aklına gelen ilk isim. Formül aynı: En yalın olay örgüsü içinde, en sıradan karakterlerle, en az ayrıntıyla, en makyajsız dille, insana dair en derin, en ince, en bam teli mevzuları bakla falı gibi önümüze serebilen bir kahin Sait Faik.
Ayfer Tunç'un Can Yayınları tarafından yeniden derlenen hikayelerinden oluşan Kırmızı Azap, bu açıdan bambaşka bir hikaye formuna sahip. Bu hikayelerde her gün karşınıza çıkmayacak şaşırtıcı olaylar, acayip tesadüfler, istisnai meslekler, nevi şahsına münhasır adamlar ve kadınlar var. Her bir hikayenin merkezinde genellikle üçüncü sayfa haberlerinden fırlamış hissi veren –yangın, intihar, cinayet, tren kazası, tecavüz gibi haber değeri de olan– bir ana vaka oluyor. Hiçbiri aşinası olmadığımız doğaüstü olaylar değil elbette. Öte yandan her gün herkesin başına gelecek şeyler de değil. İlginç olan, yazarın hikayesini anlatmak için muhakkak bu büyük meseleye ihtiyacı olması. Örneğin, “Soğuk Geçen Bir Kış”ı büyük bir yangın çıkarmaksızın anlatmak mümkün değil.
Kitaba adını veren hikayeden gördüğümüz kadarıyla yazar için hikaye kişileri de uzun ve yoğun emek ürünü. Yazarın kafasında durmadan büyüyor, gelişiyor, palazlanıyorlar. Kendileri için yazılacak hikayeyi bekliyorlar. Bir de bu karakterleri bekleyen büyük bir olay, bir kader var. Kırmızı Azap'ta bu kader tren kazası; kişiler ve kurgu kısmen değişse de kaza aynen kalıyor. Denilebilir ki Tunç'un hikayelerinde vakanın kendisiyle hikaye kişilerinin benliği iç içe geçiyor. “Kaybetme Korkusu”nda iki yaşındayken annesinin “bağıra bağıra” ölümüne şahit olan Süsen'in hayatı, ömrünün her saniyesi, kendi ölüm (intihar) anına kadar bu ölüme mühürleniyor.
Bu noktada topu topu dokuz hikayenin beşinde bir kadın intiharı olduğuna (üzülerek) değinmek isterim. Kitabın içindeki diğer hikayelerden konusu ve karakterleri itibariyle büyük ölçüde ayrıksı duran “Yük” hariç, intiharların sebebi büyük aşklar, saplantılı sevgiler, patolojik sevme biçimleri. Ayfer Tunç'un çiftleri arasında alışık olmadığımız, hatta damakta hoş bir büyülü gerçekçilik tadı bırakan metafizik bir bağ oluyor. Bu açıdan hem “Kaybetme Korkusu” hem de “Taş-Kâğıt-Makas” okuru gerçeküstü romantizmi ve erotizmiyle içine çeken çok güçlü hikayeler. Sevdiğine dokunmazsa nefes alamayan kadınlar, karısının yanından bir an olsun –gerçekten bir an bile– ayrılmayan adamlar bunlar. Peki, hayata tutunmak için neden bir başkasına bu kadar mecburlar, neden tek başlarına var olamıyorlar? Ayfer Tunç'un en çok merak ettiği, en çok düşünmemizi istediği ana sorunsal bu denilebilir. Ayrılık, terk edilme, hayatınızın ta içindeki birinden aniden bütünüyle kopmak ne demektir? Eliniz, gözünüz, kalbiniz olmuş bir canı bir anda yitirmek ne demektir? Kırmızı Azap'ta kayıp her seferinde yıkıma dönüşüyor. Amerikanvari başarı hikayeleri, mutlu sonlar, umutlu sabahlar yok bu kitapta. Herkes kaybeden, herkes yerlerde sürünüyor.
Yapıbozum yenisunum
En son olarak, hikayenin tekil ve bütünlük içindeki kimlikleri hakkında da konuşmak lazım biraz. Hikaye kitapları, eşyanın doğası gereği, birden çok hikaye barındırır içinde. Peki bir kitabın içinde yer alan hikayelerin her biri ne kadar bağımsızdır ve diğer hikayelerle ne kadar diyalog içindedir? Dolayısıyla yazar ya da yayıncı daha önce yayımlanmış hikayeleri başka bir formda, örneğin novella gibi tek başına, farklı seçkiler içinde, “best of” mantığıyla yeni bir sunumla basabilir mi? Sadece Ayfer Tunç'un öyküleri bağlamında değil, çok sayıda örnek sayesinde görüyoruz ki, cevap evet. Bu tarz bir yapıbozum yenisunum stratejisi sıklıkla kullanılır hale gelmiş.
Bir yazarın Edgar Allan Poe gibi sayısız öyküsü olursa bunları farklı kombinasyonlarda yeni/genç okurla buluşturmanın bir mantığı olabilir. Yine de bir kitabı bir bütün olarak düşünenlerden gelen itirazlar olacaktır. YKY Sait Faik’in toplu eserlerini yayımlamaya ilk başladığında “Toplu Öyküler 1” başlığı altında, Semaver, Sarnıç, Şahmerdan ve Lüzumsuz Adam kitaplarını tek bir ciltte toplamıştı. Feridun Andaç da haklı olarak bu yöntemi eleştirmişti: “Onun her bir kitabını tek tek alıp okumak, dokunmak, yeni yeni yolculuklara çıkmak varken; bir tür kalınca bir 'ders kitabı' konuluyor önümüze!”
Söz konusu olan zaten belli sayıda eseri olan yazarlar olduğunda, hele de kitapları tedavüldeyse, kolayca bulunabiliyorsa, acaba geriye sadece ticari kaygılar mı kalıyor? Yazarlar yeni kitaplarını bitirene kadar kendilerini okura hatırlatmak istiyor, yayınevleri yeni transferlerini maddiyata dönüştürmek. Peki ama bu esnada biz okurlar bir parça kandırılmış olmuyor muyuz?
* Görsel: Uğur Altun
Yeni yorum gönder