Pessoa, o büyük Huzursuzluğun Kitabı’nda, “Düşlerimde günlük hayatı imgelerle süslemeyi, sıradanlığı olağanüstü göstermeyi öğrendim; kuytu köşeleri, ölü eşyaları yalancı bir gülüşle parlatmayı, belki bir teselli olur diye, kendimi anlattığım cümlelere ahenk katmayı,” der. Tuncer Erdem’in yeni kitabı bak, gene o şey’in de bu alıntıyla açılması tesadüf değil elbet. Sıradanlığın bilgisini eğirmek, onu ilmek ilmek örüp daha önce olmadığı bir şeye, kilimdeki bir desene dönüştürmek... Desenler sınırsız olabilir: Grotesk, romantik, girift ya da baştan savma. Desenler bir geleneği devam ettirebilir ya da yeni desenler üretebilir: Yazarın tercihi! Tuncer Erdem ise, bu heyecan verici oyunda sakinliği, yavaşlık ve dinginliği tercih etmiş, sıradanlığın ipliklerine uzaktan bakıyor.
bak, gene o şey’de bizi, iki üç sayfalık metinler bekliyor. Hepsine de tek heceli, üç harfli isimler yakıştırmış Erdem. Haliyle, kitabın bizi kısalığa ve sadeliğe davet ettiğini söyleyebiliriz. Ben anlatıcıyla, okur olduğunu tahmin ettiğimiz “sen”e hitaben yazılmış 34 kısa metin. Bu metinlere öykü demeyi tercih etmiyorum. Zira, ekserisi öykü formundan ziyade anlatı ya da günce olarak okunmaya daha açık. Bu metinlerin ortak özelliklerinden biri de an’ların birer tarifi, birer yakın okuması olmaları. Bu an, gündelik hayatta şahit olunan bir olayın dondurulmuş bir sahnesi de olabilir, bir insanlık hali, bir imge ya da bir fotoğraf da... Bu an’ları genişletme, derinleştirme üzerine kuruyor kitabını Erdem. Hikaye etmeden an’ı tarif ediyor metinler. Örneğin biri şöyle başlıyor: “İşte, tam o anda yakaladım onları.”
Bir bakmalar ve görmeler manzumesi
Bu kitabın anlatıcısı olarak Tuncer Erdem’in metinlere rengini veren tavrı, bahsetmeye değer. An’ları tarif eden bu anlatıcı, ben anlatıcı, sadece bir gözlemci olarak var. Sadece uzaktan bakan bir gözlemci olduğundan, tarif ettiği an’a dair bilgisi de, perspektifi de sınırlı. Haliyle, an üzerindeki yaratıcı gücü de sınırlı. Bu sınırlılık, an’a dokunamayıp yalnızca perspektifin izin verdiği kadarını görüp anlatabilmek, yazarın ressamlığıyla birleştiğinde daha anlamlı hale geliyor. Aynı zamanda kitabı bir bakmalar ve görmeler manzumesi haline getiriyor. Fakat bu bakmaların, kitabın başındaki Pessoa alıntısının işaret ettiği gibi bir olağanüstüleştirici, süsleyici, parlaklaştırıcı etkisi olduğunu söylemek zor. An’lar, gözlemcinin onları gördüğü kadarıyla ve üslubunun sadeliğiyle varlar. Bu an betimlemeleri, Pessoa’nın izinde, süslendiklerinde ve üslupla birleştiklerinde aksi takdirde fark edilmeyecek bir insanlık halinin cilalanması, parlaklaşması gibi bir rol üstlenebilirler. Yahut, daha büyük bir anlatının içinde, o anlatının içinde inşa edici, temel koyucu bir işlevi olabilir. Ancak bak, gene o şey’de an’lar, imgeler, haller bu bahsettiğimiz iki görevi de üstlenmeden, serazat bir halde dolaşıyorlar. Erdem de bu durumun farkında olacak ki, kitabın son metninde bir özeleştiride bulunuyor: “Ama bak sıkılırsan söyle. Gücenmem. Oracıkta keserim,” diyor. Siz ne dersiniz?
* Görsel: Wangechi Mutu
Yeni yorum gönder