İnsanoğlunun yapay bir zekâ yaratma arzusu Yunan mitolojisindeki Talos’a, Galatea’ya ve hatta Pandora’ya kadar dayandırılabilir. Yaratılan zekânın insanı yok edebileceği korkusu ise yine Pandora efsanesinde başlamakla birlikte Mary Shelley’nin Frankenstein’ında edebiyatın da içine geçer. Frankenstein’ın ilk basımından günümüze neredeyse iki yüzyıl geçmiş olsa da yapay zekâ/canavar yaratma korkusu her zaman güncelliğini korumayı başardı. Arthur C Clarke’ın 2001: Uzay Macerası romanından tutun, William Gibson’ın eserlerine kadar yapay zeka konusu heyecan verdiği kadar korkutucu da olmuştur.
Günümüzde romanlarda yapay zekânın işlenişinde değişen temel bir şey var. Artık bu romanlar bilim-kurgu romanı olmaktan çıktılar. Yapay zekâ artık o kadar parmaklarımızın ucunda ki bu romanlara fütüristik bilim-kurgu romanları demek çok zor.
Karl Olsberg’in Sistem adlı romanı da bu doğrultuda bir gerilim romanı. Büyüyen, öğrenen ve öldüren bir yapay zekâ anlatılıyor: Pandora. Hamburg’da bir bilgisayar yazılım şirketinin laboratuarlarında doğan Pandora’nın ilk öğrendiği şeylerden biri öldürmek. Yönetim kurulu başkanı Mark Helius’un hissedarlarıyla yaptığı toplantıda program birkaç hata veriyor. Toplantı sonucunda Helius’un yönetim kurulu başkanlığı tehlikeye giriyor ve ertesi sabah teknoloji bölüm başkanının bir cinayete kurban gittiğini öğreniyor.
Yapay bir zekânın cinayet işleyebileceğini hiç kimse düşünmediği için cinayetin tek şüphelisi Helius. Romanın ilk yarısı son derece tekinsiz ve heyecanlı bir kovalamaca içinde okuyucunun nefesini kesiyor. Cinayetleri yapay zekâ Pandora’nın işlediğini biliyoruz, ama bu cinayetlerin nasıl ve neden işlendiği gizemini koruyor. Mark Helius cinayetlerin gerçek failini ortaya çıkarabilecek mi? Polisi kendisine nasıl inandırabilecek? Pandora ne kadar güçlü? Tüm bu soruların yanıtlarını öğrenirken Helius çok önemli bir karar vermek zorunda kalıyor: Pandora’yı yok etmek zorunda. Teknolojiyi ve insanları kullanarak cinayetler işleyen Pandora çok tehlikeli. Varlığını sürdürebilmek için insanları öldürmekten çekinmiyor ve asla pes etmiyor.
Karl Olsberg’in dilimize çevrilen ilk kitabı Sistem gerilim ve heyecan yüklü. Bilincin ve teknolojinin evrimi konusundaki savları da gerçekten dikkate değer nitelikte. Hackerların, crackerların ve bilişim dünyasının diğer oyuncularının yaşadıkları evreni yansıtmakta çok başarılı. Ancak kalıcı ve doyurucu bir roman olma noktasında eksiklikleri var.
Öncelikle Sistem’deki karakterlerin motivasyonları oturmamış. Kurgunun devamlılığını sağlayabilmek için yazar, karakterlerinin motivasyonlarından taviz veriyor. Helius’un Pandora’yı bulup yok etme serüvenindeki en büyük yardımcısı Lisa Pandora’yla ilk tanıştığı anda onu korumak ve hayatta tutmak istiyor. Bir gece içinde bu fikrinden vazgeçiyor ve Pandora’yı yok etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Romanın sonuna geldiğimizde ise tekrar bu fikrinden vazgeçiyor. Lisa’nın yaptığı fikir değişikliklerinin alt yapısı inandırıcı bir şekilde açıklanmadığı için karar verme noktasında çok fevri bir karaktermiş gibi duruyor.
Romanın en büyük hayal kırıklığı yaşattığı noktası ise maalesef sonu. Mark Helius ve arkadaşları çok büyük bir bedel ödeyerek Pandora’yı yenmeyi başarıyor. Ancak gördüğü rüyadan esinlenen Helius, Pandora’nın gerçekten yok olmamış olabileceğinden şüpheleniyor ve şüphesinde haklı çıkıyor. Pandora kendisine yapılan son saldırıdan kurtulmuş ve karşılık olarak insanlığı yok edecek bir planı uygulamaya koymak üzere. Bunun üzerine Helius ve ekibi tek çareyi Pandora’yla uzlaşmakta buluyorlar. İnsanlar olmadan uzun süre yaşayamayacak olan Pandora da bu teklifi kabul ediyor.
Helius’un Pandora’yı ve muhtemelen tüm insanlığı kurtarmak için bir gece öncesinde gördüğü bir rüyadan ilham alması bir yazar için biraz çiğ bir çözüm. Ayrıca tüm roman boyunca Pandora’yı yok etmek için her şeyi yapan kahramanlarımızın romanın sonunda pes etmesi okuyucunun kafasında soru işaretleri bırakıyor. Dahası, hayatta kalmak için sayısız cinayet işleyen Pandora’nın roman sonunda hayatta kalmasına izin vermek de şaşırtıcı. Okuyucu olarak ister istemez: “Madem Pandora’nın yaşamasına karar verecektiniz, en baştan bu kararı alsaydınız da onca insan ölmeseydi.” diyoruz.
Kitabın en başında yer alan ve ara ara dönülen Uluslararası Uzay Üssü’nde olanlar da asıl hikâyemizden bir o kadar kopuk ve bağımsız. Haliyle bu bölümlerin sadece 2001: Uzay Macerası’na bir gönderme olduğu, ama gereksizce uzatıldığı hissine kapılıyoruz.
Sistem muhteşem bir başlangıca sahip son derece heyecanlı bir roman, ancak belki de başlangıcının yükselttiği çıtaya yetişemeyen ve bu yüzden de hayal kırıklığına uğratan bir sona sahip.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder