Tüm dünya sizin dışınızda oluşmuşsa ve siz doğduğunuzda iyi şeyler tüketilip kötü şeyler daha kötü olabilmeleri için eğitilmişse, kaç soru sorma hakkınız kalmıştır; sorduğunuz soruların kaçına doğru yanıt alıp büyüyebilme, karşı koyacaklarınıza, itiraz edeceklerinize direnebilme ihtimaliniz vardır?
Bütün çocuklar uzaydan gelmiştir. Ya da bütün çocuklar uzaydan gelmiş gibi yaparlar. Doğrusu da budur. Kavrayamadıkları, akıl uyduramadıkları, sahici bulmadıkları bir sürü saçma sapan kavram kargaşa ile didişmektedir büyükler: İdeolojiler, aşklar, ekonomi, ırkçılık, işkence, bürokrasi – çocuklar insana ait organizmanın nasıl işlemesi gerektiği hakkında henüz bilgi sahibi değillerdir ve her türlü yönlendirmeye karşın kontrolü hâlâ ellerinde tutmaktadırlar.
Küçük Prens, David Copperfield, Tom Sawyer, Oliver Twist veya modern dünyadan alıntı trajik bir fragmana dönüşen Sineklerin Tanrısı’na ait küçük savaşçılar, Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın Holden Caulfield’ı yine de makul ölçüde ıslah edilmiş, varoluşlarını bir nebze koruyan çocuklardır; ancak Kinji Fukasaku imzalı 2000 yapımı Battle Royale adlı filmde iktidarların sürekliliği için iktidara itaatin zorunlu kılındığı bir zamanda çocukların katile dönüştürülmesi, birbirlerini öldürerek hayatta kalmaları büyüklerin bakış açısının birer minyatürüdür. İnsanın olduğu yerde tanrının olmaması gerektiğinin kanıtıdır bütün külliyat. Çocuklar bunun şahidi sıfatıyla doğarlar. Onların ruhsal metamorfozundan önceki kuşaklar sorumlu tutulmuşlardır. Hiçbir çocuk kirlenmez, bozulmaz; sadece dönüştürülür. Düzenin sürmesi böyle mümkündür.
Oysa tam bir kurtuluş ümidi değilse de zayıf ihtimal çerçevesinde sığınabilinecek tek bir alandan söz edilebilir: Saflık ve saflığın tabiatça korunmaya alındığı yeryüzü parçaları. Bu yeryüzü parçaları ne Batı’nın sınırsızmış gibi görünen özgürlüğü altındadır ne de Doğu’nun karanlık, boğucu, din kökenli ahlakında: Daha aşağılardadır pusulaya göre – güneye doğru. Mesela Afrika’da.
Oralarda sosyalizm bir siyasi yönelimden çok, “topluluksal” bir davranış biçimi olarak okunabilir. Evet, oralarda da erk kaçınılmaz bir yaptırım gücüdür şüphesiz ama “oyun/gösteri” özelliğini henüz kaybetmemiştir de. Sizin dışınızda oluşan tüm dünya, o olimpiyat halkaları, oraların çocukları için sefaletin, açlığın, tarafsızlığın ve bağımsızlığın tanımını yapamaz. Belki sadece merak uyandırır. O da sorulan sorulara yanıt alma telaşındandır. Küçük bir Afrikalı çocuk için dışarıdaki dünya alabildiğine sürrealisttir. Sanki insan rastlantısal olarak öyledir çünkü; rastlantısal olarak acımasız, rastlantısal olarak komünist, rastlantısal olarak faşist-kapitalist. Etrafındaki varlık/varlık meselesi, algıladığı evren, olup bitenle ilişkisizdir.
Çocuklar o yüzden ironiktir.
Melez bir kültür
Alain Mabanckou, Kongo doğumlu bir yazar. Eğitimini felsefe ve hukuk üzerine yaptıktan sonra Afrika’dan ayrılıp 22 yaşında Fransa’ya geçiyor. Bunu bir kaçış hikayesi olarak da okuyabilirsiniz, bir başarı hikayesi diye de. Yetinmiyor Mabanckou; oradan da ABD’ye geçiyor. Şu an Los Angeles’ta Kaliforniya Üniversitesi’nde Frankofon (insanların Fransızca [da] konuştuğu ülkeler) Edebiyatı dersleri vermekte. Kongo, bu ülkelerden biri.
Yarın Yirmi Yaşında Olacağım, Mabancokou’nun müthiş bir romanı. Sayısız ödül sahibi yazar, kitabında küçük Afrikalı bir çocuğun, Michel’in gözünden melez bir kültür içindeki sıradan, eğlenceli, hatta komik, ama alabildiğine olağan olayları anlatıyor ve Michel’i ileride olabileceklere hazır kıvama getiriyor.
Dayısının sürekli tekrarladığı Marksist terminoloji sözcüklerini aklında tutmaya çalışsa da Michel, hiçbir şey anlamıyor ve yemek masasındaki yeri, duvara asılı “yaşlı, beyaz bir adam”ın -Lenin’in- resminin tam karşısı. Marx ve Engels de ikiz gibiler. Çünkü ikisi de “yaşlı, beyaz” ama sakalları aynı.
Yarın Yirmi Yaşında Olacağım, okurlara büyük bir armağan. Kendinizi Afrika ile ödüllendirmeniz içinse kaçınılmaz bir fırsat.
* Görsel: Dilem Serbest
Yeni yorum gönder