Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Siyaseti Dil Üzerinden Düşünmek: Agamben'in Yemininin Arkeolojisi



Toplam oy: 154
İtalyan felsefeci Giorgio Agamben, Yeminin Arkeolojisi adlı çalışmasının sorunsalını şöyle belirliyor: “Yemin, siyasal bir hayvan olarak insanın kendisini tartışmaya açıyor ve tanımlıyorsa yemindeki sorun edilen şey nedir? Eğer yemin siyasal iktidarın sakramenti ise, yeminin tarihinde ve yapısında onun böyle bir işlevle yükümlü kılınmasını olanaklı hale getiren nedir?”

Gündelik hayatta sık sık kullandığımız iki söz ediminin birbirlerine yakınlıkları da dikkat çeker: Söz vermek ile yemin etmek. Gerçi söz vermenin seküler, yemin etmenin ise kutsal olandan hareketle anlamlandırılabileceği ileri sürülebilir. Buna göre söz vermede kişi kendi itibarını pey sürmektedir. Sözünü tutamazsa itibarını yitirecektir. Yemin ederken ise kutsal olduğu farz edilmiş nesneler ya da daha doğrudan tanrı şahit tutulur. Değiş tokuş ilkinde kişinin kendi itibarım pey sürmesi üzerine kurulurken ikincisinde tanrı ya da kutsallık devrededir. Bu yoruma göre sözünü tutmayan kişinin sözünde durmaması onun toplumsal itibarını kaybetmesi şeklinde sonuçlanırken verdiği yeminin gereğini yapmayan ise tanrısal bir gazaba uğrayacaktır. Doğrusu söz verme ile yemin arasındaki farkı tamamen seküler-kutsal kavram çiftiyle açıklamaya çalışmada bir nevi sekülerlik de bulgulanabilir. İşin aslı, sekülerlik ile kutsallık arasında bir ayrım koyutlamanın kendisinde soruşturulması gerekli ancak bu yazıda üzerinde ayrıntılı bir biçimde duramayacağımız birçok müşkil görünür. O yüzden bana kalırsa sözünü ettiğimiz bu iki söz edimi arasındaki farkın tamamen söz verme ile yemin etmenin zamansal kiplerinde aranması gerektiğini düşünüyoruz. Söz vermek geleceğe dönüktür her veçhesiyle, oysa yemin etmek geçmişteki olaylara ilişkin de yerine getirilebilir. Bu açıdan söz vermeyi, yemin etmenin daha hafif bir hali saymak mümkündür. O yüzden yazımız boyunca yeminden bahsettiğimiz yerlerde söz vermenin de akılda bulundurulması gerekecektir.

Yemin ile lanet ilişkisi
Yeminin içerdiği unsurlar dolayısıyla dinî, hukukî ve siyasî içerimleri de vardır elbette. Paolo Prodi’nin İktidarın Sakramenti kitabında dinin ve siyasetin arakesitinde yer alan yeminle ilgili yaptığı “Batı tarihinde siyasal ahdin temelidir” tespitini kerteriz seçen İtalyan felsefeci Giorgio Agamben, Yeminin Arkeolojisi adlı çalışmasının sorunsalını şöyle belirliyor: “Yemin, siyasal bir hayvan olarak insanın kendisini tartışmaya açıyor ve tanımlıyorsa yemindeki sorun edilen şey nedir? Eğer yemin siyasal iktidarın sakramenti ise, yeminin tarihinde ve yapısında onun böyle bir işlevle yükümlü kılınmasını olanaklı hale getiren nedir? Yaşamda ve ölümde bütün insanların onun içinde ve onun tarafından hesap vermeye çağrılabildiği yeminde, her anlamda belirleyici bir unsur hangi antropolojik düzlem ima edilmektedir?” Yeminin Grek ya da Latin geleneği aracılığıyla ulaşılabilen en eski kaynaklarda bir sözün ya da bir iddianın gerçekliğini garanti etmeyi amaçlayan sözlü bir eylem olarak nitelendiğine dikkat çeken Agamben onun az ya da çok dinî ya da hukukî sayılabilmesini gerektirecek hiçbir sebep olmadığına da işaret ediyor.
Bu açıdan yeminin başlangıçtan itibaren hukukun ve dinin ne olduğunu düşünebilmemize imkan tanıyan bir fenomeni göz önüne serdiğini vurgulayan Agamben, Greko-Romen dünyasından edinilen tarihsel verilerin yönlendirilmesiyle giriştiği kendi yemin arkeolojisinin güncel ilgisini de burada bulur: “Hem hukuki hem de dini olan, yemin kategorisiyle tanımladığımız bu esrarengiz kurumun, yalnızca içinde konuşan bir varlık ve siyasal bir hayvan olarak insanın doğasını konu eden bir perspektifle bilinebilir hale getirilebilecek…”
Greko-Romen kaynakları çözümleyerek arkeolojisini derinleştiren Agamben yeminin şu üç unsurun birleşmesinden kaynaklanıyormuş gibi göründüğünü belirtir: Bir iddia, tanık olarak tanrılara yakarma ve yalan yere yemine lanet. Bir anlamda da yemin pistisin bir ögesi ile (verilen sözlerde karşılıklı güven) sacratio-devotio’nun bir ögesini bir kurum olarak görünür. Terminolojik ve işlevsel olarak bu üç unsurun o kadar iç içe geçmesinden dolayı yemin hakkında çalışanların bu yakınlıkların sonucunu düşünmeden yemini tek bir kurummuş gibi ele aldıklarını vurgulayan Agamben yemin ile lanet ilişkisini daha derinlikli bir analize tabi kılar. Analizi neticesinde sadece yeminin değil, lanetin de “iktidarın sakramenti” rolünü üstlendiğine işaret eden Agamben, Homo Sacer (Kutsal İnsan) kitabında uzun uzadıya konu edindiği sacer esto formülünü bir lanet olarak yorumlar. Bu açıdan sacratio, yasanın kapsamını tanımladığı lanetin bir gelişimi olarak değerlendirilebilir.
Yemin, yalan yere yemin ve küfür
Yemin ve yalan yere yeminde Tanrı’nın adının ikişer kez (ilkinde tanık, yeminin yerine getirilmediği ikinci durumda ise cezalandırıcı; ilkinde hayır dua, ikincisinde beddua) tekrarlanmasını yalan yere yemin ve lanetle bağlantılı diğer bir söz edimi olan küfür kurumunu ünlü dilbilimci Benveniste’ye başvurarak ele alır. Benveniste’nin ifade ettiği “Yahudi-Hıristiyan geleneğinde küfrün Tanrı’nın adının boş yere anılmasından ibaret olduğu” hükmünden “Küfür, tanrının isminin iddia edici ya da geleceğe dönük bağlamından çıkarıldığı ve kendi içinde, boş, semantik bağlamdan bağımsız bir yemindir” tanımına ulaşan Agamben, böylelikle lanetin yaptırım uyguladığı şeyin yeminin meselesini teşkil eden “sözler ile şeyler arasındaki karşılıklılığın çözülmesi” durumu olduğuna işaret eder. Dil ile dünyayı birleştiren bağın bozulması durumunda bu bağı garanti eden Tanrı’nın ismi, bu kez şeylerle bağını yitirmiş bir sözün ismine dönüşür. Agamben’e göre “Anlamlandırma bağlantısından kopmuş Tanrı’nın ismi, küfür, boş ve anlamsız konuşma anlamına gelir ve tam olarak anlamdan bu boşanma aracılığıyla kötü ve uygunsuz kullanım için elverişli” bir hale dönüşür. Elbette karşılaşabileceğimiz bütün “kötü ve uygunsuz kullanım”lar bir şekilde büyü eylemleriyle ilişkilidir.
Büyü ve efsunların yeminden, bilhassa yalan yere yeminden doğduğunu belirten Agamben, “şeylerle bağından ve yeminden ayrılan Tanrı’nın ismi”nin “şeytani bir mırıltıya” dahil olacağını ifade eder. Böylelikle yeminin büyüsel-dinsel bir alandan doğduğu şeklinde özellikle 20. yüzyıl başlarında etkili olmuş, aralarında Marcel Mauss, Emilie Durkheim, Sigmund Freud gibi isimleri de etkileyen o mitolojiye karşı Agamben, “yemin bize, yeminin ögelerinden doğan büyü, din ve yasa olarak adlandırmaya alışık olduğumuz, hâlâ bölünmemiş bir birlik sunar” diye yazar.

Felsefenin görevi sürüyor mu?
Agamben, Greko-Romen kaynakları, Yahudilikteki Tanrı’nın adı yasağı ve Katolik teolojilerini, Kant’tan beri süregelen metafizik ve ontoloji tartışmalarını, filozof ve dilbilimcileri dilin büyüsel sahnesiyle karşı karşıya gelmiş bırakan performativite teorisini tartışarak, Dumezil, Benveniste, Foucault ve Wittgenstein’dan aldığı yardımlarla yemine ilişkin geliştirdiği soykütüğü felsefeye biçtiği bir görevle sona erdirir: “…siyasetin sadece bir oikonomia yani çıplak yaşam üzerinde boş konuşmanın yönetişimi haline büründüğü bir anda, değişim ve direniş hattının işareti; bir kez daha, dile sahip yaşayan insani varlığın tarihinde ulaştığı uç konumuna ilişkin ayık farkındalık içindeki felsefeden gelir.”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.