Ben Buradan Okuyorum, adıyla müsemma bir kitap. Aslında deneme türünün karakteristiğine de uygun. Görünen o ki, Tim Parks’ın karakterine de. Çünkü Parks’ın hemen her denemesinde dikkati çeken, düşüncelerini söyleyişindeki rahatlık. Yalnızca aynı isimli denemeye değil, tüm kitabın her satırında kendini nabız gibi duyuran bir cümle bu; “Ben buradan okuyorum.” Varın siz de başka bir yerinden okuyun demeye getiriyor aynı zamanda.
Dolayısıyla okuruna tepeden bakmayan, yalnızca kendi durduğu yerin altını çizen, öte yandan onu da öyle kalın kalın çizmeyen bir dili var denemelerin. Bir paragrafta belli bir fikri savunacak, handiyse onda ısrar edecek gibi dururken, yazının sonuna doğru öteki ihtimalleri de duyuruveren, yer yer okuruna ters köşe yapan bir yazar Tim Parks. Bu yönüyle de ezberinizi çaktırmadan bozuyor. Çaktırmadan, çünkü hiç de dikine gitmeden yapıyor bunu; öyle sert söylemlerle, koca ve iddialı cümlelerle değil. Nazikçe. Belki biraz da bıyık altından gülerek.
Ben Buradan Okuyorum dört bölümden oluşuyor. “Kitabın Çevresindeki Dünya” isimli birinci bölümde Tim Parks, günümüzün yayıncılık meselelerine ilişkin düşüncelerini paylaşıyor. Bu meselelerin, sözgelimi en meşhuru olan e-kitabın, edebiyata etkilerini tartışıyor. Günümüzde ne tür bir okurluk mümkün diye soruyor aslında. Mesela beğenmediğimiz bir kitabı bitirmek gibi bir zorunluluğumuz olup olmadığını sorguluyor. Yani evet, edebiyatın ve sanatın kutsiyetine inanmış bazılarını sinirlendirecek sözler söylüyor bir parça.
Bu bölümde “Telif Hakkı Önemli mi?” başlıklı yazısında yazarın durduğu yere, yazarın yazma eylemiyle ilişkisine değinse de esas olarak okurluğu tartıştığını söyleyebilirim. Piyasanın etkileri, yeni teknik gelişmelerin okurluğa yansımaları olduğu kadar, okurun metinle arasında kimsenin gölge etmediği o ilişkiyle de ilgili güzel denemeler var bu bölümde.
“Kitapları Neden Bitirelim?” başlıklı denemede, karşılaştığı sonlardan söz ediyor ve bir okur olarak beklentisini de açık etmiş oluyor: “Romanlarda beni en az hayal kırıklığına uğratan sonlar, okuru öykünün pekâlâ bambaşka şekilde de gelişebileceğine inanmaya teşvik edenlerdir.” Ayrıca hayalindeki okur-yazar ilişkisini tarif ettiği şu cümlenin benim kalbimi fethetmesine yettiğini de söylemeliyim: “yazarla okurun kafa yapısı sıkı sıkıya, ama uyum içinde değil, çatışarak kucaklaşamaz mı?”
Bu bölümde Dostoyevski’nin, James Joyce’un, Thomas Hardy’nin, Çehov’un ve daha pek çoklarının okuru Tim Parks’ı da tanıma fırsatı buluyoruz. Ortaya attığı soruların yanıtlarını ararken, bu yazarların metinlerinden örneklerle fikirlerini besliyor Parks. Böylece “Ben Buradan Okuyorum,” klasik romanlara yönelik bir Tim Parks okuması özelliği de kazanıyor.
“Dünyada Kitap” başlıklı ikinci bölüm bizi okur Tim Parks’ın yanından alıp daha çok mesleki bir yerden konuyu tartışan Tim Parks’ın yanına çekiyor. “Nobel’in Kusuru ne?”, “Kuralsız Bir Oyun” başlıklı denemelerde ödül sistemlerini, seçici kurulların oluşumunu ve benzeri konuları tartışıyor. Öteki denemeler de bu minvalde ilerliyor. Dünyada kitap yayıncılığının halipürmelalini gözler önüne sererken, yine kavgacı olmayan, kendi halinde bir üslup tutturuyor Parks. “En Ayrıcalıklı Uluslar” başlığı altında edebiyat fonlarından söz ediyor. Bu fonlardan yararlanmada ayrıcalıklı olan uluslardan tutun, okurun bireysel seçimlerini belirleyen etkilere kadar, hangi ulustan yazarın daha şanslı olduğuyla ilgili önemli tespitlerde bulunuyor. Tabii bir de bütün bunlarda kimi uluslararası ödüllerin payından söz ediyor. Aslında haksız rekabet dediğimiz meselelere girmiş oluyor.
“Dünyada kitap” deyince, akademisyenler ve eleştiri dünyası, edebiyat bürokrasisi de Parks’ın oltasına takılıyor elbette. Ama yine aynı üslupla. Herhangi bir tarafa verip veriştirerek değil. Okurun bazı beklentilerini boşa çıkarmayı göze alarak. Genel bakış açısından hareketle akademisyenleri fütursuzca eleştireceğini düşünebilirsiniz ama öyle yapmıyor. Bu yönüyle kolaycı eleştirilere pabuç bırakmıyor. Zor olanı yapıp işin gerçeğini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bunun için de etiketlemelerden uzak durup sorular sormayı tercih ediyor. Akademiye karşı oluşmuş önyargıları yekten reddetmiyor ama orda da soru sormayı, acaba gerçekten böyle mi, diyerek konuyu irdelemeyi tercih ediyor. Bir sonuca varıyor mu derseniz, bu da o kadar önemli değil galiba. Onun bütün derdi “diyalog” imkanını araştırmak, “ortak bir tartışma konusu” bulmak ve “zihinlerin bu konu etrafında birleşmesini” sağlamak gibi görünüyor. Tıpkı romanın topluma sağlamasını umduğu o fayda gibi: “Romanın bir bütün olarak topluma, en azından toplumun roman okuyan kesime yararı nedir? Diyalog. Ortak bir tartışma konusu. Zihinlerin etrafında birleşebileceği karmaşık bir şey.”
Kitabın en çok ilgimi çeken kısmının “Yazarın Dünyası” başlıklı üçüncü bölüm olduğunu itiraf edeyim. Parks bu bölümde her yazar için kritik bazı sorular atıyor ortaya. Mesela yazarın para kazanmak için yazıp yazmayacağı sorusu… Soruyu biraz daha yumuşatırsak, para kazanmak yazarın daha iyi yazmasını sağlar mı? Birinci bölümde “telif hakkı” başlığı altında irdelediği konuya iki ayrı makalede geri dönüyor Parks. Aslında yine öyle keskin fikirler öne sürdüğü söylenemez. Ama beklentileri burada da boşa çıkarıyor. Yazar olarak yazarın haklarını savunmaya soyunmuyor. Sanki biraz şeytanın avukatlığını yapıyor ve bazı tehlikelere işaret ediyor: “Bu durumda paradoksal olarak yazarın –en azından yazdıklarının kalitesi bağlamında– başına gelebilecek neredeyse en kötü şey, istediği para ve şöhretin tamamını derhal elde etmesidir. (…) Söz konusu yazar artık dünyanın kitaplarına vereceği tepkiye yüzde yüz bağımlıdır.” Parks, bu bağımlılık ile ekonomik bağımsızlık arasında bir dengenin mümkün olup olmadığını sorguluyor her seferinde.
Bu bölümün öteki yazıları tümüyle yazarın metniyle ilişkisinde odaklanıyor; yazarın öz kaynakları, değişim olanakları, dil ile olan imtihanı, sıkıştığı noktalar, ikilemleri… Dediğim gibi kitabın en sevdiğim kısımları…
Görsel: Dilem Serbest
Yeni yorum gönder