“Namlunun ucundan, filmlerdeki gibi bir ateş çıktı mı bilmiyorum; çünkü uzaklardaki geçit vermez dağların ardından yükselmekte olan güneşin doğaya bin bir can katan o pırıl pırıl ışıkları, hain gecenin karanlık hükmünün bittiği şu saatlerdeki alacakaranlıkla iç içe geçmişti. Ancak işini bilen bir usta katil böylesine incelikli yollayabilirdi bu kurşunları. Ne de olsa son yirmi yılın en azılı katiliydi o. Cesedim kurda kuşa yem olacak, kanlar içinde kurumuş yaralarıma böcekler dolacaktı. Kurtlar, kokuşmuş cesedimin çürümüş etlerini sıyıra sıyıra yiyecek, kemiklerimi de sırada bekleyen çakallara bırakacaklardı. İlk kurşunu göğsümün tam ortasına doğru göndermişti, ikincisini onun iki santim altına; diğer dört kurşun ikişer santim arayla alt alta sıralamıştı. “Bu işlere bulaşmamalıydın harika çocuk” dedi katil. “Bu işler satranç oynamaya benzemez.” Haklıydı. Satranç oynamaya benzemiyordu.”
Aklın tutulduğu yerde
Derviş Şentekin’in ilk romanı Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi, daha çok final sahnesine yakışacak bir girişle başlıyor. Hikâyenin anlatıcısının/kahramanının ölüm anını kendi ağzından aktardığı böyle bir giriş iddalıdır. Hele romanın türü polisiye ise iddia hayli yükselmiş demektir... Çünkü polisiyelerin alışılageldik üretiminde merak duygusunu kışkırtmaktır hedeflenen; okuyucuyu muammanın içine çekmek, detektifin beyin fırtınalarını izlemek, sokaklarda suçlu kovalamak ve katili bulup adaleti sağlamak... Şentekin bu şablonu kullanmayacağının daha baştan ilan ederken başka bir okuma pratiğine davet ediyor okuyucusunu.
Aslında klasik detektif, özel detektif tiplemesi için uygun vasıflara sahip bir anlatıcımız var. Orta yaşlarda, kalbi kırık, yalnız, parasız ve akıllı. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetmiş, Liseyi Malatya’da yatılı okumuş, satranç ilgisini Dünya Gençler Satranç şampiyonluğunu kazanmaya kadar vardırmış, bu becerisi ile “İstihbarat” teşkilatının ilgisini çekmiş, üniversiteyi bitirince “İstihbarat”ta on yıl çalışmış, yanlış bir yerlere temas edince de –kendisini işe alan Oğuz abisi ile birlikte- teşkilattan kovulmuş. Karısı da terk etmiş adamı. Ve iki yıldır arkadaşı Cengiz’in barında çok sevdiği kızını özlemek, boşa geçen yıllarına kahretmekle geçiriyor günlerini.
Bu isimsiz, yalnız ve hüzünlü kahramanın hayatı, 1998 yılının karlı bir kış günü, bara gelen genç ve güzel bir kızın iş teklifi ile değişecektir. Oğuz abinin tavsiyesi ile gelmiştir Aslı Çınar; kayıp babasını aramasını istemekte, karşılığında tam iki yüz bin lira önermektedir. Artık kızın güzelliği mi, nakde sıkışıklığı mı, yoksa her geçen gün daha da çürüyen varlığını kurtarmak itkisi mi baskın çıktı bilinmez, kayıp iş adamının peşine düşer.
Teşkilattaki arkadaşlarına, içerden gelecek bilgilere güvenir önceleri. Ne var ki polis ve MİT tarafından yürütülen araştırmalar tuhaf bir şekilde sonlandırılmış, dosya neredeyse boş bir sayfayla kapatılmıştır. Daha derine inmesi için yardımına ihtiyaç duyduğu Oğuz abisi ise aniden rahatsızlanarak hastahaneye kaldırılmıştır. Koma halindeki teşkilat duayeninden de yardım alamayan kahramanımız tam ümitsizliğe kapılmışken bir telefon alır. Kayıp iş adamının bambaşka bir kimliğini ortaya çıkaran bu beklenmedik şahit davetsiz ve tehlikeli misafirler de katacaktır maceraya. 80’lerden bu yana sürdürülen kirli savaşın aktörleri sahne aldığında, akıllar tutulduğunda artık kimsenin hayatı güvencede değildir...
Kısa bir yazıda hikâyenin ana hatlarını özetleyebildim. Ayrıntılarda ise gündelik hayatın boğuntusunu, insanların umutsuzca beklediği mutluluğu, ayrılığın hüznünü, ansızın düşülen bir aşkın heyecanını bulacaksınız. Belki de hikayenin rengini daha da karartan be gerilimi arttıran neden hikayedeki insanların hayatlarıyla yakınlık kurmamız. Ancak kimi zaman neşeli ve umutlu sahnelere şahit olsak bile, Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi'de olaylar ve kişiler, soğuk ve karanlık bir atmosferle kuşatılmış. Tam da “suç ve şiddet üzerinde odaklanan ve işin özü gereği güneşten çok toprağa dönük bir edebiyata” yakışan bir atmosfer.
Siyasi polisiyenin imkânları
Siyasi polisiyeleri çok önemsediğimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin son elli yılını tartışmak için bu türden romanların yazılması gerektiğini bir çok kez vurguladım. Doğrusunu söylemek gerekirse Ernest Mandel’in Hoş Cinayet adlı incelemesini okuduğum yıllarda farkına varmıştım sistem eleştirisi yapmaya soyunan bir polisiye akımın varlığının. Toplumsal yaşama bulaşmış suç örgütlerini, kirli ilişkileri, bu yaşantıdan doğan siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunları çarpıcı biçimde yaşayan ülkelerin yazarları polisiye öykünün sürükleyici potansiyelini bu sorunları teşhir etmek amacıyla kullanmışlardı ve kullanmayı da sürdürüyorlar.
80’lerden sonra, Türkiye'de biçim ve içerik arayışındaki yazar, yayıncı ve okuyucuların dünya edebiyatındaki yeniliklere gözünü çevirdiği bu yıllarda, pek çok yeni tür katıldı edebiyatımıza. Ne var ki siyasi polisiyeler yazılmadı. Yazılanlarsa ya çok zayıftı ya da okuyucu bulamadı. Oysa; derin devletin operasyonlarının, Susurluk’ta açığa çıkan mafya-siyasetçi-polis üçgeninin, yüzlerce faili meçhul cinayetin, devlet destekli banka yağmalamalarının gözlerimizin önünde cereyan ettiği, siyasi olanın hayatın her alanını kapladığı, insan haklarına, özgür düşünceye, sol hareketlere karşı psikolojik savaşın tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar acımasızca ve medyanın bütün olanakları kullanılarak sürdürüldüğü Türkiye’de, siyasi polisiyeler için hikaye bulmak hiç de zor olmayacaktı. Sevindirici bir not; 2011 yılında birkaç iyi siyasi polisiye yayımlandı; Suat Duman’ın Müruruzaman Cinayetleri, Uğur Erkman’ın Kurumuş Nehrin Yatağında ve Nihan Taştekin’in Zeval romanları yakın dönem siyasi tarihi ile ilişkili polisiyeler.
Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi romanında işte bu gerçeklerden yola çıkan Derviş Şentekin, Susurluk kazasıyla deşifre olan yakın tarihin karanlık ve kirli siyasi olaylarına dayanan etkileyici bir siyasi polisiye yazmış. Tersine saran hikâyesine rağmen, merak duygusunu sürekli kılan polisiye kurgusunun başarısı bir yana, araya serptiği oyunlar, başka romanlara ve polisiye kahramanlarına yapılan göndermeler ve metaforlar da yerli yerinde. Romanın isimsiz kahramanı eski meslektaşları olarak Komiser Nevzat ve Behzat Ç. isimlerini anıyor. Ancak aslında hem kendisi hem de kahramanı olduğu roman onlardan farklı. Gerek Behzat Ç. gerekse de Komiser Nevzat alışılageldik polis tipine uymazmış gibi görünmelerine rağmen, özellikle TV dizilerine, yani popüler kültüre transfer olduktan sonra başka bir işlev yüklendiler. Ayrıksı da olsalar polisin yıldızını parlatıyor, polisi halkın gözünde meşrulaştırma ihtiyacına cevap veriyorlar. Adalet kurumunun siyasallaştığı, iddaanamelerin polis soruşturmalarına dayandığı, kanun dışı dinlemelerin yasallaştığı, teşkilatın tarikatle ilişkisinin tartışıldığı bir dönemde doğrusu önemli bir hizmet!... İlk romanında böyle bir tuzağa düşmemiş Derviş Şentekin; hiç bir kurum ve şahsiyeti meşrulaştırmadığı gibi, onların meşruiyetini sorguluyor.
İçerik iyi, ancak biçime ilişkin birkaç eleştirim var. İlki gündelik konuşmaların çok fazla yer kaplaması. Olayın polisiye akışı başlayana kadar Cengiz’in barında geçen zamanda az iş çok laf üretilirken sanki “havanda su döğülüyor”. Bu ilk bölümde eylemden ziyade diyaloglara yer vermiş yazar. Diyaloglar iyi ama bazı kelimeler –mesela “oğlum” hitabı- sıkça tekrarlanıyor gibi geldi bana.
İkinci olarak, kahramanın ruh halinin son yıllarda yazılan romanlardaki tiplere, yani duygulu, kırılgan, pasif, ama hepsinden önemlisi yetim kalmış erkek kahramanlara çok benzemesi talihsiz bir seçim. Şentekin’in isimsiz kahramanı zaman zaman bir Mario Levi romanından çıkıp gelmiş hissi veriyor. Yanlış anlaşılmasın; bir aşk romanı için böyle bir karakter yazar ve okuyucusu için uygun bir seçim olabilirdi ama bu romanda biraz daha dik duran bir kahraman beklerdim.
Radikal Kitap Eki’ne verdiği söyleşide “Bu kitabın adı ‘Yalan Roman’ da olabilirdi. Yalan zamanlarda, yalan romanlar okuyup duruyoruz. Ve bunlar o kadar çok ki... Bu romanın ismi yalan zamanların yalan romanlarına bir isyandır aynı zamanda” demiş Şentekin. Güzel bir tespit. Bu noktadan devam edebilirim. Daha önce de belirtmiştim; siyasi polisiye türündeki bir romanı tanıtan ve öneren bir yazı da, demokratik kitle gösterilerinin silahla bastırıldığı, işkencenin alenileştiği, çetelerin, cinayetlerin ve şiddetin estetize edildiği, racon kesmenin hayranlık yarattığı, bütün o sahte kahramanların, karanlık ilişkilerin ve derin bağlantıların vatan millet aşkına yüceltildiği bu ülkede “siyasi” olana sırt çevirerek küçük burjuvaların kimlik sorunlarına kapanan edebiyatımıza bir eleştiri olarak okunmalıdır.
Kitabın adı Mike Hammer ve Murat Davman romanlarını anımsattı.
Öte yandan "Romanın isimsiz kahramanı eski meslektaşları olarak Komiser Nevzat ve Behzat Ç. isimlerini anıyor. Ancak aslında hem kendisi hem de kahramanı olduğu roman onlardan farklı." ile başlayan değerlendirme yeni bir bakış getirildiğini gösteriyor.
Yeni yorum gönder