Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sonsuz Bir Masal Irmağı



Toplam oy: 1164
Somadeva
İş Bankası Kültür Yayınları
Masal Irmaklarının Okyanusu, Hint tarihinde nasıl korkunç kavgaların yaşandığını, özellikle halkın nasıl baskı altında tutulduğunu, yaşanan acıların bu tekinsiz anlatıya nasıl dönüştüğünü gösteriyor bize. Masal, bu geçmişi ister istemez taşıyor. Adlı adınca söylemese de. Herhalde her türden edebiyatın asıl değeri de burada.

Masallar, halkın belleğidir; halkın korkusu, sevinci, hüznü ve endişesi masallar aracılığıyla aktarılır. Toplumsal sistemler de bu yöntemle kaydedilmiş, sonraki kuşaklara aktarılmış olur. Pertev Naili Boratav, kaynakları bakımından kimi masalların tek kişiler tarafından yazılmış/söylenmiş olsa bile, halkın sözlü gelenek içinde yorumladığı masalların, hikâyelerin folklor kapsamı içerisinde değerlendirilebileceğini söyler. Yine de, kaynağı belirli, yazıya geçirenin anlatım gücüyle özellik kazanmış kimi yapıtların özgün sayılabileceğini vurgular. Bu, Tutiname, Binbir Gece Masalları gibi kitaplar için de geçerlidir.

 

Masal Irmaklarının Okyanusu, yalnızca başka masal geleneklerine değil, Batılı çağdaş edebiyatlara da ilham veren devasa bir masal kaynağı. Kitabın dilimize eksiksiz kazandırılmış olması okurumuz için büyük şans. Zira, Binbir Gece Masalları’ndan sonra Somadeva’yı okumak kültürümüze değişik toplumlar arasında karşılaştırma yapma olanağı tanıyacak.

 

Öteden beri, masalların, toplumların sahip olduğu öz’le ilgili ipuçları barındırdığını düşünüyorum. Sözgelimi, sıska ve güçsüz Keloğlan, elbette, sonunda padişahın kızını ister, yani egemen sınıfın sarayına girmek onun için amaç olur. Ancak, “sıska ve güçsüz” halkın, kötü yürekli kahramanlarla temsil edilen engelleri yine bu fersiz çocuğun zekası sayesinde alt edebildiğini görürüz. Keloğlan’ın temsil ettiği öz, elinde zekasından başka bir şey kalmamış köylüdür. Bu kişi, sarayı yönetenlerin pekâlâ dürüst ve hakbilir olabileceklerini düşünür. Bugün elbette buna ihtimal vermiyoruz.

 

Yine, Tutiname’nin anlatıcısı durumunda bulunan papağan, evinden uzaklaşmak zorunda kalan erkeğin, kocanın temsilcisidir. Anlatıcı, zekasıyla evin genç ve güzel kadınını koruyan, onun dışarıdaki erkeklerle ilgilenmesine engel olan gölge-yazar, kadının artık sistemli hale getirilmiş kapatılmasına aracılık eder. Gerçi hem Tutiname’de, hem Binbir Gece Masalları’nda zekanın, sempatinin kadınla erkek -ya da papağan- arasında paylaştırılmış olduğunu görürüz. Doğu masallarının, özellikle bu iki büyük anlatının İslami geleneklerden çok, Doğu’ya özgü erotizmi taşıdığına kuşku yoktur yine de.

 

İç içe geçmiş masallarla kurulan bu anlatılar, yaşamın sonsuzluğuna, doğanın eşsiz dönüşümüne vurgu yapıyor elbette. Ama aynı zamanda yazının, sözün, hikâyenin ve anlatım biçimlerinin sonsuzluğuna da götürüyor bizi. Bu uçlar daha sonra yeni yapıtlarda boy veriyor, sözgelimi Binbir Gece Masalları’nın etkisini Decameron Hikâyeleri’nde de bulabiliyoruz, Yüzyıllık Yalnızlık gibi çağdaş başyapıtlarda da.

 

Masal Irmaklarının Okyanusu, kaynaklandığı kültürün özellikleri nedeniyle, Binbir Gece Masalları’ndan daha farklı şeyler düşündürdü bana. Keşmirli Somadeva, XI. yüzyılda yaşamış. Masallar Gunadhya’nın Büyük Öykü adlı eserinden alınmış. Elbette onun öncesi ve daha öncesi de olduğu düşünülüyormuş. Böyle olunca Somadeva’nın kendi yapıtına verdiği ad anlam kazanıyor.

 

Hint masalları, adı geçen öbür masal gelenekleri ile karşılaştırınca, daha tekinsiz bir dünyayı anlatıyor. Daha az erotizm ve mizah içeriyor. Nedense -bu elbette yalnızca puslu bir düşünce- bana Yüzüklerin Efendisi’ni anımsattı Masal Irmaklarının Okyanusu. Hikâyelerde geçen hemen hemen tüm kahramanlar, başka bir şeyin ya da kişinin sembolü. Büyüyle dönüştürülmüş kişiler. Yolda yürürken sesini duyduğunuz serçe, havadan geçip giden, “bulutları görünce sevinen” tavus, karşınıza çıkan ve size kendisini dövüşerek yenmeniz için yalvarmaklı bakan aslan.

 

Yolda giderken, Ganj nehrinin ortasında, Şans Tanrıçası gibi görünen ve akıntıyla sürüklenip giden bir kadın görmüş. Bahuşalin’den ve diğer beş arkadaşından ayrılıp kadını kurtarmak için suya dalmış. Saçlarından yakaladıysa da kadın suyun dibine batmış, o da peşinden dibe doğru sürüklenmiş. Epeyce bir dibe battıktan sonra aniden, görkemli bir Şiva tapınağı görmüş. Ancak etrafta ne su ne de kadından eser varmış.

 

Kuşkusuz, masallar üst sınıfı ya da üst sınıfla ilişkisi olan ve ne yapıp yapıp onların sarayına dahil olmak isteyenleri anlatıyor yine. Böyle olunca, halk arasında doğan bu anlatıların orayı, krallara ait mekânı yeniden ve kendi açısından kurguladığı görülüyor:

 

Bir gün vezir, gizli yaşamanın ruhumda yarattığı ağırlığı hissederek bana şöyle dedi: Her şeyi bildiğin halde neden kendini kederden kurtarmıyorsun? Kralların anlayışının kıt olduğunu bilmiyor musun?     

 

Masal Irmaklarının Okyanusu, Hint tarihinde nasıl korkunç kavgaların yaşandığını, özellikle halkın nasıl baskı altında tutulduğunu, yaşanan acıların bu tekinsiz anlatıya nasıl dönüştüğünü gösteriyor bize. Masal, bu geçmişi ister istemez taşıyor. Adlı adınca söylemese de. Herhalde her türden edebiyatın asıl değeri de burada.

 

Bu değerli kitabı dilimize kazandıran Korhan Kaya, yazdığı yararlı önsözün bir yerinde çok değerli bir bilgi veriyor: Masal Irmaklarının Okyanusu’na kaynaklık eden en eski metnin kanla yazıldığını söylüyor. Halkın korku içinde yaşadığı toplumlarda tüm değerli kitaplar kanla yazılmamış mıdır zaten?






Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.