Zgymunt Baumann, “özgürlük sınırsız gibi algılanınca özellikle kişinin içinde büyük bir karmaşa doğar” diye bir laf etmişti vakti zamanında. Hemen hepimizi bağlayan sorumluluklar, aslında özgürlüğümüzün sınırını çiziyor. Peki, sınırın silindiğini düşünüp ipleri salıverirsek? Luigi Pirandello'nun kahramanı Mattia Pascal bu soruya kendince verdiği yanıtlardan doğan ikilemden mustarip.
Mattia'nın yeni hayatı
Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, annesinin ve babasının üstüne titrediği, babasını erken yaşta kaybettikten sonra annesinin pohpohlamalarıyla dar bir çevreye sıkışan Mattia ve kardeşi, büyük servetleri üçkağıtçıların elinde eriyip gidince ciddi bir sıkıntının ortasına düşüyor. Bir anlamda gerçek hayatla o noktadan sonra yüzleşiyorlar. Alıştıkları rahat yaşamla sefillik arasındaki derin uçurum, hem Mattia'nın hem de kardeşinin bocalamasına neden oluyor. Kardeşi, zengin bir ailenin kızıyla evlenip paçayı kurtarsa da Mattia'nın şansı yaver gitmiyor, huzursuz bir adam olarak yaşamaya devam ediyor.
Günlerden bir gün, kızı ve annesi ölünce ise Mattia, hayatın bir başka yönüyle yüzleşiyor. Cebindeki az bir parayla kayıplara karışan ve kafa dinlemek için yollara düşen Mattia'nın kaderi de böylece değişiyor. Daha doğrusu o, değiştiğini sanıyor. Kumarhanede oynadığı rulet, ona yüklü para kazandırınca ve kendisi gibi para kaldıran birinin intiharına tanık olunca artık eve dönmesi gerektiğine karar veriyor. Mattia, dönüş yolunda okuduğu gazetede kendi ölüm haberine rastlayınca deyim yerindeyse zihninde bir ampul yanıyor: Ölü olduğuna göre bundan böyle tüm yükümlülüklerinin son bulduğunu düşünüp kumar parasını fütursuzca harcamayı hayal ediyor.
Pirandello, “ölü” Mattia'nın yeni bir kimlikle insanlar arasında ferah ferah dolaşıp sıfırdan bir hayat kurmayı düşündüğü satırlarla bizi bir girdaba hazırlıyor. Çok zaman geçmeden vaziyeti anlıyoruz: Mattia, ölü zannedilen bir adam olarak ortalıkta gezinirken Pirandello da insanın, var oluşunu, toplumdaki konumunu ve sorumluluklarını dikkate almasıyla onlardan kaçışı arasında sıkışmasını masaya yatırıyor.
Yaşarken ölmek
Mattia, kendisine ölü muamelesi yaptığından hem toplum içinde hem de dışında yer alabileceğine karar veriyor fakat işler istediği gibi gitmiyor. Kafasındakiyle gerçeğin birbiriyle hiç uyuşmadığını görüp büyük bir boşluğa düşüyor: Artık o, çevresindeki insanlardan farklı olarak herhangi bir hakka sahip değil; sonsuz bir özgürlüğü bulunduğunu düşünse de tam tersine pek çok şeyden mahrum olarak mutsuzluğuna mutsuzluk katıyor.
Toplumsal ilişkiler, aile, vatandaşlık, yasalar vb. uyulması veya sorumluluk alınması gereken tüm konuların ağından kurtulmuş birey, özgür müdür değil midir? Mattia Pascal, böylesine çelişkiler yaşayan biri. Üstelik, ikinci hayatı onu asla özgür yapmadığı gibi toplumsal ilişki babında dışlanmasına da neden oluyor.
Yükümlülüklerden sıyrılmak; ölü veya kaçak da olsanız mutlak özgürlüğü getirmiyor. Dolayısıyla buna, yaşarken ölmek veya hapisteyken özgür olmak da denebilir. Pirandello, Mattia Pascal Sahiden Yaşadı mı Yaşamadı mı? adlı romanında bizi bu çelişkili durumların ortasına zaman zaman mizahi bir dil kullanarak bırakıveriyor.
Yeri gelmişken, çevirisiyle Adnan Cemgil'i bir kez daha saygıyla anmak gerek...
* Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder