Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Soyu tükenenler



Toplam oy: 755
Jeffrey Moore // Çev. Algan Sezgintüredi
April Yayıncılık
Dünyayla uyum içinde yaşadıklarını sandığımız Kızılderililer dahil, hiçbir insan topluluğunun hayvan ölümleri söz konusuyken masum sayılamayacağını ortaya koyan Tükeniş Kulübü’nü, kendisiyle yüzleşsin diye insanlığa sunulmuş bir fırsat gibi görmek mümkün.

“Soykırım” kelimesinin gücünü ve muhatabını sorumluluk almaya zorlayan doğasını yadsıyan pek çıkmaz, fakat bu kavramı insan ırkı dışındaki canlılar için de kullananlarla nadiren karşılaşıyoruz. Oysa on bin yıl kadar önce Amerika kıtasındaki büyük memelilerin dörtte üçü yeryüzünden silindi. Bu toplu ölümlerin sebebi neydi peki? “Kanada dağlarından güneye inen ilk kabileler bir avcı cennetiyle karşı karşıya kalmışlardı: Ormanlarda yüz milyon civarı büyük memeli yaşıyordu. Hayvanlar insanları ve numaralarını bilmediklerinden ok ve mızraklara hazırlıksız yakalandılar. İnsanlar hayvanları sürülerle, binlerce, on binlerce öldürdü. (...) Antropologlar, temel dürtüler tatmin bulduğunda insanların boş vakitlerini eğlenceye, spora verdiklerini söyler. Bu ilk kabileler hayvanları sadece yemek ve giyecek için değil, eğlenmek için de öldürdüler. Hatta avlanmak erkekliğin sınanması ve kanıtlanması sayılmaya başladı.” Ve bu “ilkellik,” sadece ilkel kabilelere has değil maalesef; modern insan da atalarını asla aratmıyor, hatta boynuz kulağı feci bir rekorla geçiyor! Okuduklarınıza muhtemelen inanamayacaksınız ama deniz ineğinin soyu insanla tanışmasından sadece 27 yıl sonra, 1741’de tükendi. Bu bir soykırım değilse nedir?

 

 

Yukarıda alıntıladığım ansiklopedik bilgiler, vücutlarına dar gelen bir kafeste sıkıştırılıp safraları bir kateterle sağılan ayıların maruz kaldıkları vahşetin detayları dahil, daha nice bilgiyle birlikte Tükeniş Kulübü’nde yer alıyor. Dünyayla uyum içinde yaşadıklarını sandığımız Kızılderililer dahil, hiçbir topluluğun hayvan ölümleri söz konusuyken masum sayılamayacağını ortaya koyan Tükeniş Kulübü’nü, kendisiyle yüzleşsin diye insanlığa sunulmuş bir fırsat gibi görmek mümkün. Üstelik tek meziyeti bu da değil; çünkü Moore sıkı bir çalışma sonucunda derlediği bilgileri romanın akışını bozmadan sunmayı bilmiş. Biri günlükleriyle, diğeri gündelik konuşmaya yakın mizahi üslubuyla bize seslenen iki anlatıcı, konunun tarihi altyapısını ve bugün aldığı şekli sürükleyici bir olay örgüsünün ekseninde yazıya döküyor. (Çevirmen Algan Sezgintüredi’nin özellikle mizahi üslubu öne çıkan anlatıcıyı Türkçeye aktarırken barizleşen başarısını da vurgulamadan geçmeyelim.)


Türleri neredeyse tükenmiş iki anlatıcı

 

Uyuşturucu ve alkol batağında epey zaman geçirdikten sonra kendisini Kanada’da bulan Nile Nightingale ile 14 yaşındaki dâhi çocuk Céleste, hayvanları koruma güdüleri dolayısıyla avcıların hedefine yerleşen, başkalarının duyarsızlaştığı noktalardaki şaşırtıcı duyarlılıkları nedeniyle türleri neredeyse tükenmiş iki anlatıcısı mutlaka okunması gereken bu kitabın. Yazar Jeffrey Moore’un sözleriyle bitirelim: “Bu romanla ilgili araştırmalarıma verdiği destek nedeniyle Quebec Yaban Hayatı Dedektifliği Bürosu’nun başındaki Céleste Jonquères’e teşekkür etmek istiyorum. İstiyorum ama ne o ne de büro gerçek. Kim bilir belki bir gün, şansımız yaver giderse o ve onun gibiler olur.”

 

 


 

 

 

Görsel: Tolga Tarhan

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.