Türkçeye geç çevrilmesi nedeniyle yeterince tanınmayan Andrey Beliy, Rus edebiyatının en önemli yazarları arasında sayılır. Beliy’i bu payeye eriştiren en önemli eseri ise kuşkusuz Senfonileridir. 1902 yılında yayımlanan Senfoniler‘i geçtiğimiz ay içerisinde Kayhan Yükseler’in takdire şayan çevirisi –ve aydınlatıcı önsözü- ile (yazılmasının üzerinden neredeyse bir asır geçtikten sonra) okuma imkânı bulduk.
Metni okurken gecikmenin basit bir unutkanlıktan değil, çeviri zorluğundan kaynaklandığı anlaşılıyor. Öncelikle, Beliy’in şiirle düzyazı, düzyazıyla müzik arasında organik bir bütünlük kurma arayışıyla; ardından Beliy’in çağının siyasi ve toplumsal meselelerine getirdiği felsefi açılımla hazmı kolay bir metin değil elimizdeki. Senfoniler, bütün alışkanlıklar bir kenara bırakılarak okunması gereken, doğrusunu söylemek gerekirse beni de aştığını düşündüğüm bir metin. Bu nedenle okuyacağınız bu yazı eleştirmekten ziyade yazarı ve eserini tanıtmayı amaçlıyor.
Yazı ve ritim
Andrey Beliy, 1880 yılında, Rusya tarihinin en kaotik döneminde dünyaya gelmişti. Üst sınıflara mensup ailesi sayesinde iyi bir eğitim aldı, Batı kültürünü ve felsefesini öğrendi. Edebiyata, özellikle şiire istidatlıydı. Beliy, müzik ve dil arasında bir bileşim denemesi olan Simfoniya (1902) adlı eseriyle ünlenmişti. 1900’ün başlarında art arda şiir kitapları yayımladıktan sonra, ilk romanı Gümüş Güvercini yazdı. İkinci romanı Petersburg (1913) anlatımındaki yenilikler ve zengin olay örgüsüyle büyük yankı uyandırdı. Nikolay Berdyayev’in “Rus kübizminin edebiyat alanındaki bir örneği” olarak nitelediği bu romanı; Vladimir Nabokov, dünya edebiyatının en önemli dört romanı arasında sayacaktı. Bu roman Klasik Rus romanından yeni bir romana doğru açılımın habercisiydi.
Matematikten ezoterik bilimlere dek geniş bir ilgi alanına sahip olan Andrey Beliy’in, Rus simgeciliğinin en önemli şair, yazar ve kuramcıları arasında sayıldığı halde; Türkçeye çok geç (neredeyse bir asırlık bir gecikmeyle) çevrilmesi bizim açımızdan büyük bir kayıp.
Biçimle Beliy kadar uğraşan yazar sayısı pek azdır. Glossa (dil) ve lasso (konuşma) sözleriyle oluşturulmuş Glossolalia ismini taşıyan şiir kitabında, ses üzerine bir düzyazı şiir yazmıştı. “Düz yazıda ritmi ilke kabul etmesi; dilsel ve sessel kurallar da çok çeşitlilik ve farklılık; noktalama işaretlerinin, özellikle “ve”, noktalı virgül, iki nokta üst üste ve tirenin (-) alışılmadık biçimde kullanılması; çok karmaşık tümce kuruluşları; sözcüklerin geleneksel yapısını değiştirme; ritim adına sözcükler üzerinde beklenmedik vurgu bölünmeleri; gramer kurallarına aykırılık” Beliy üslubunun kendine özgü özellikleriydi. Kısacası Beliy, bir metinde sesin, sözün, renklerin sessel ve imgesel anlamları olduğunu, biçim ve içeriğin birbirinden ayrılmaz bir bütünlük oluşturduğunu savunuyor ve bu bütünlüğü yakalamaya çalışıyordu.
Klasik anlatım geleneğinden erken bir kopuşa karşılık gelmesine rağmen, Rus edebiyatını bilenler Beliy’in gelenekle yeni arasında kurduğu organik birlikteliği hemen fark edecekler. Kişilerini Gogol, Dostovyevski, Tolstoy gibi hem iç hem dış dünyalarıyla birlikte canlandırması, güçlü mekân ve doğa tasvirleri, canlı ve anlatımı güçlü diyaloglar... Üsluba geldiğimizde ise Puşkin etkisinden söz edeceğiz. “Lirizmiyle insanı büyüleyen eşsiz doğa betimleri özellikle dikkate değer. Tekdüze, uçsuz bucaksız Rusya ovaları, koşan yollar, çimen dalgaları, alevli günbatımları”...
Dört senfoni
Senfoniler kitabında Beliy’in anlatım arayışını temsil eden dört senfonisi yer alıyor; “Kuzey Senfonisi”, “Dramatik Senfoni”, “Dönüş”, “Tipiler Kadehi”...
Konularını mitoslardan alan bu dört senfonide cennet ve cehennem, iyilik kötülük çatışması, mistik inançlar kimi zaman açık, kimi zaman simgesel temsilleriyle kullanılır. Bazen gerçek dünyada, bazen fantastik alemlerde geçen hiâayelerinde insanın sonu gelmez mücadelesi işlenirken, Rusya’nın içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal koşullara, bu koşullara maruz kalan bireyin dramına da gönderme yapılmaktadır.
“Dramatik Senfoni”nisinin başına bir önsöz ekleyen Beliy, “Bu eserin sıradışı biçimi, kısa bir açıklama yapmamı gerektiriyor” demiş;
“Bu eserin, müzikal, yergisel ve aynı zamanda ideolojik-simgesel olmak üzere üç anlamı bulunuyor. Birincisi –amacı, temel ruh du rumuyla (düşünce ve duygudurumuyla ve tonla) birbirine bağlı bir dizi duygudurumunu ifade etmek olan– bir senfonidir; dolayısıyla senfoniyi bölümlere, bölümleri aralıklara ve aralıkları şiire (müzi kal tümcelere) ayırma zorunluluğu buradan çıkıyor; bazı müzikal tümcelerin birden fazla tekrarlanması bu ayırma işlemini ön pla na çıkarıyor. İkinci anlamı – hiciv: Burada mistisizmin kimi aşırılıkları ala ya alınıyor. Burada sorun –varlığı pek çok kişide kuşku uyandı ran– insanları ve olayları hicvetmenin bir gerekçeye dayandırılıp dayandırılmadığıdır. Yanıt yerine çevremizdeki gerçekliğe yakın dan bakmanın uygun olacağını salık veririm. Son olarak, müzikal ve yergisel anlamın gerisindeki ideolojik anlamını dikkatli okuyucu açık biçimde görebilir, bu, baskın rol oynarken, ne müzikal, ne de yergisel anlamı ortadan kaldırır. Bu üç noktanın aynı parçada ya da dizedeki kombinasyonu, semboliz me götürür bizleri.”
Görüldüğü gibi biçime ilişkin dertlerini bir yana bıraktığımızda hicvi ve ideolojik açılımlarıyla Rus Edebiyatı geleneğine bağlanan bir anlayışı var Beliy’in. Ancak bu anlayışın daha çok bir arayış olduğunu, eserlerinin edebiyat tarihinin neresinde duracağını kestiremediğini de belli ediyor. “Onun yaşamaya hakkı olup olmadığını hâlâ bilmiyorum. Günümüzdeki yazınsal eserlerin çoğu bu haklara sahip midir, [doğrusu] hiç bilmem. Sanatçı olmaktan çok araştırıcı olmaya çalıştım. Benim yapısal ön görülerimin bir anlamı var mıdır, yoksa bir paradoks mudur, bu ancak geleceğin objektif değerlendirmesiyle ortaya çıkacak.”
Bu alçakgönüllü yaklaşımının ardından okuyucudan katılım bekliyor Beliy. Edebiyat tarihinde eşine az rastlanır bu deneysel metni, Senfonileri, sözcüklerle yapılmış bu büyük besteyi okuduğunuzda kararı siz vereceksiniz. Ama Beliy’in son uyarısını –her okuduğunuz eser için- mutlaka dikkate almanızı öneririm.
“Sunulan bu “Senfoni”de, aşkın başka bir türünün –Platon, Goethe, Dante’nin de önceden sezdiği gibi, çağımızın belli belirsiz sezinlediği– kutsal aşkın tüm gamlarını yansıtmaya çalıştım. Gelecekte yeni bir din bilinci, mümkün olursa, ona gidecek yol salt sevgiden olacaktır. Belirtmek zorundayım ki, ne mistisizmle psikopatoloji arasındaki çizgiyi silen erotizmin çağdaş tellallarıyla, ne gizeme müstehcenliği derdest edenlerle hiçbir ortak yanım olmadığı gibi, reklam ve şarlatanlığın ince ayırtısını karanlık dinsel heyecanların ezoterizmine ekleyenlerden de değilim. Sevgiden aşk dinine yaptığım bu kuşkulu çağrının hayata geçirilmesinde güvenilir yollar görmediğimi belirtmeliyim. İşte bu nedenledir ki tipilerden, altından, gökten ve rüzgârdan yoğrulmuş bu aşkın vaat edilmiş toprağını betimlemek istedim. Tipilerin teması – belli belirsiz bir davetkâr içtepidir... nereye? Yaşama mı, yoksa ölüme mi? Saçmalığa mı, bilgeliğe mi? Ve âşıkların gönülleri tipide eriyip dağılıyor.”
Yeni yorum gönder