Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Stieg Larsson: Başarısını göremeyen komünistlerin sonuncusu?



Toplam oy: 1359

Kitapları, yakın zamana kadar 30 milyon adet satmış bir yazar -ülkesi İsveç’te de 5 milyon- başarısını göremeden ani bir kalp kriziyle yaşama veda ettiğinde, sevenlerini hangi duyguları göğüslemeye yöneltmiştir, önemi var mı?



Kısa yanıt: evet, var. Larsson’a yakından bakınca hem de çok önemi var. Neler yaşadı, hangi olaylardan etkilendi, bu etkiler onu nasıl yönlendirdi, ve de, vicdan –evet, bildiğiniz vicdan: kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel güç- üzerine deneyimleri yapıtlarına nasıl yansıdı; bizleri, okurlarını yani, yakından ilgilendiriyor kanımca.



Larsson’un aslında on kitaplık bir tasarımının bitirebildiği ilk üç kitabı, Millennium Üçlemesi başlığı altında ve “Ejderha Dövmeli Kız”, “Ateşle Oynamayı Seven Kız” ve “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız” adlarıyla Türkçe’de yayımlandı ve üzerlerine çok da eleştiri yapıldı. Bu eleştirilere eklenecek fazla bir şey yok; ancak, beni Stieg Larsson’un kişisel gelişimi ve deneyimlerinin yapıtlarına yansımaları ilgilendiriyor, erken –her ölümün erken olduğunu bilmekle birlikte- ölümünün bizleri çok değerli metinleri okumaktan alıkoyduğunu düşünüyorum.

 

Larsson’un kısa yaşam öyküsüne, bu bağlamda, eğilmekte yarar var sanırım. Stieg Larsson, 15 Ağustos 1954 doğumlu. Sekiz yaşına kadar büyükanne-büyükbabasının yanında kalıyor. Sonra, anne-babasıyla birlikte yaşamaya başlıyor ve 14 yaşında bir lise öğrencisiyken, yaşamının geri kalanını derinden etkileyen bir deneyimle yükleniyor. Arkadaşları, Stieg’in gözlerinin önünde bir kıza tecavüz ediyorlar. Larsson, bu tecavüze engel olmuyor. Engelleyebileceğini düşündüğü bir trajediye tanık olmak, Stieg Larsson’u yaralıyor. Tanıklığını, sanık sandalyesinde toplumsal çarpıklıkların bulunduğu bir büyük mahkemede yapmayı tercih edişiyle de biz, Millennium Üçlemesi başlığı altında adlandırdığımız romanlarını kazanıyoruz. Kriminal roman deniyor Larsson’un yazdıklarına; bu tanımlamaya katıldığımı söyleyemeyeceğim. Kriminal romanı, romandan ayıran en büyük özelliğe, yani, sonunda suçluların yakalanmaları ya da cezalarını bir türlü bulmalarına Larsson’un yapıtlarında raslamamız, bu yapıtların toplumsal eleştiri getirme niteliklerinin yüklsekliğine, dahası, toplumsal yapıyı Balzac’vari bir yetkinlikle çözümleme gücüne gölge düşürmemeli. Devam edelim. Larsson, liseden sonra çalışmaya başlıyor ve 25 yaşında, İsveç Haber Ajansı’nın grafik bölümünde işe başlıyor ve burada 19 yıl çalışıyor. Denemelerini, makalelerini ve kitap eleştirilerini yazdığı dönemi bu. Toplumsal çarpıklıklar, aşırı sağcılık, ırkçılık ve kadına bakışın genel olarak yanlışlığı ve marazi durumu, yazılarını yönlendiren konular. Aşırı sağcılık ve ırkçılığın, bu arada, İsveç egemen yapısının sürekli olarak unutturmaya çalıştığı bir olumsuzluğu-hastalığı olduğunu anımsatalım, adının ‘barış’la birlikte anılmasına özel önem veren bu ülke elitinin, aşırı sağ örgütlenmelerinin yüksekliğini gözden uzak tutmak için düzenli olarak çabaladığını vurgulayalım. Larsson’un ırkçı, aşırı sağcı, Neonazi, hatta tüm bu kötülüklere yataklık yaptığını düşündüğü muhafazakar kesimleri hedefine almasının, kendisini de ‘görülmeme’ cezasına, adı konulmadan çarptırılmasına yol açtığını ve belki de başarısını göremeden bu gezegenden geçmesinde bu tutumun önemli bir rol oynadığını kaydedelim.



Stieg Larsson –bu arada, Stig Larsson olan adını, aynı adı taşıyan bir film senaristi ve yönetmeniyle karıştırılmaması için Stieg Larsson olarak değiştirdiğini vurgulayalım- Britanya’nın ünlü antifaşist gazetesi Searchlight Magazine’in İsveç muhabirliğini yapmakta, Troçkist haftalık gazetesi Internationalen’de ‘Severin’ adıyla, hedefinde İsveç aşırı sağcılığı ve emperyalizm bulunan makaleler yazmaktadır.



İsveç aşırı sağcılarının 1995 yılında yedi kişiyi öldürmelerinin ardından Stieg Larsson, Expo Vakfı’nı ve aynı adla yayımlanacak antifaşist dergiyi kurar.



Millennium haftalık gazetesi, ki, Larsson’un Expo’sunun varmak istediği yerdir, romanlarının ana mekanlarından birini böylelikle oluşturur. Millennium’un muhabiri ve yazarı Mikael Blomkvist, aykırı hacker Lisbeth Salander’le birlikte, vurguncular, sahtekarlar ve hastalıklı kişilere karşı mücadele ederler.



Ve, 50 yaşındayken bir kalp krizi, Stieg Larsson’un biyolojik yaşamını, çok erken olduğunu özelikle okurlarının üzüntüsü vurgulamıştı, sonlandırır. Yazarlık yaşamı ise, aslında, sevenleri nezdinde, yeni başlamıştır. Kitapları dünyada 30 milyon, ülkesinde de 5 milyon satar ki bugüne kadar, erişilmesi oldukça güç bir düzeye ulaşır.



Millennium’lar, üçleme diyemiyoruz çünkü en azından onlama olarak tasarlanmıştı, gerilim ve kriminal –sömürü, savaşlar ve baskının kriminal yanı inkar edilebilir mi?- gücüyle, İsveç’in ve giderek gezegenin egemen çevrelerine yönelik toplumsal eleştiri salvolarıdır, kanımca hedeflerine, yazarının projesinin tamamlanmamış olmasına karşın, ulaşmışlardır. Bir ölümlü için olmasa bile, bir yazar için büyük mutluluk.

Yorumlar

Yorum Gönder


Stieg Larsson'un türkçeye kazandırılması çok güzel...

55%
45%

Yazi icerigine yorum yapmayacağım. Yazıyı okurken beni yanlis olusturulmus devrik ve yüklemi ile uyuşmayan bileşik cümleler rahatsız etti. Ya düzenleme yapılmadı ya yazı teyp çözümü ya da bu yazı bir tercüme hissi bende uyandırdı.

27%
73%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.