Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Süleyman'ın şifreleri



Toplam oy: 1546
Selçuk Orhan
Doğan Kitap
Selçuk Orhan, Aranmayan Özellikler'de var olmayanın olmuş gibi gösterildiği ve hayali şeylerle ceplerin dolduğu bir ülkede, yakın geçmişin kalıntılarını yokluyor.

Usulsüzlüğün "usul", kuralsızlığın "kural" ve yolsuzluğun "yol" olduğu bir yerde hangi bozukluğu neresinden tutup düzeltebilirsiniz ki? Ha buna kalkışanlar yok mu? Elbette var. Fakat onlar zamanımızın "delileri" ya da "düzene ayak uyduramayanları."

 

"Homo şirketuslaşma" süreciyle beraber, hemen her şeyi dönüştüren "kazanç" ile perçinlenen söz konusu "düzen" hepimizi bir şekilde kuşatıyor. Pek ses de çıkarmıyoruz; işimize geldiği ya da çekindiğimiz için. Bu ikisi çoğu zaman birbirlerine karışıyor.

 

Meselenin öbür tarafında ise kendi boşluklarımızı doldurmanın yolu olarak işimizi ve kapaklandığımız masayı her ne olursa olsun kaptırmama var. Bunların karışımı korkunç bir kişiliksizliğe, sessizliğe ve herhangi bir biçimde o sessizliği bozana karşı safları sıklaştırıp saldırmaya yol açıyor. Ezikliğin ve tükenmişliğin daniskası yani.

 

Selçuk Orhan, Aranmayan Özellikler'de konunun bu iki ucundan da tutuyor. Var olmayanın olmuş gibi gösterildiği ve hayali şeylerle ceplerin dolduğu bir ülkede, yakın geçmişin kalıntılarını da yokluyor Orhan.

 

"ÖLÜM MÜTEAHHİTLİĞİ"

 

 

Finans danışmanı Faruk, çok uluslu bir enerji şirketindeki yolsuzluğu, hayali personel alımını araştırıyor. İlerledikçe mevzu derinleşiyor ve ilişki ağı çatallanıyor. Ama ondan önce Faruk'un şüpheci, birine kolay kolay inanmayan ve herkesin söylediğine, elindeki belgeler yüzünden dikkatle yaklaşan kişiliğiyle yüzleşiyoruz. Bu huyu, onu hemen her konunun üzerine (bazen saplantı derecesinde) gitmesine neden oluyor. İşte araştırdığı yolsuzluk da böyle bir dosya.

 

Faruk'un sürdürdüğü ve gelip Süleyman Kara ismine dayandığı araştırma sırasında, homo şirketusların yarı İngilizce yarı Türkçe dili de yüzümüze çarpıyor. Görüştüğü kişilerin kullandığı bu dil, aynı zamanda okuru soruşturmanın içine çeken bir unsur oluyor.

 

Girdaba kapıldıkça Süleyman Kara'nın kimliği de netleşiyor: Gittiği her yerde iz bırakan, "danışmanlık firması sahibi", evsizlere, kanserlilere, tinerci ve şizofrenlere sahte evrak düzenleyip iş bulan "hayırsever" abimiz. Bir nevi Ölü Canlar'ın Çiçikov'u.

 

Çiçikov Süleyman, aynı zamanda ölüsü para eden; kariyerli isimlerin geçmişini alıp adeta kendi seçtiği isimlere yapıştırarak onları da işlere yerleştiriyor. Yani "ölüm müteahhitliği" yapıyor. "Paranın, insan varlığının ölçüsü olduğu" bir zamanda ölüm müteahhitliğinin herhangi bir önemi var mı? Süleyman ile ona yardım ve yataklık edenler için durum tam anlamıyla bu.

 

NE KADAR PARA O KADAR MUTLULUK!

 

Faruk kiminle görüştüyse Süleyman'ın farklı bir yönünü anlatıyor, çok hoşlanmasalar da onun bir şekilde kendilerine ve yakınlarına yardım ettiğini düşünüyor. Elbette her iki taraf için de tuhaf ve maddi bir çıkar ilişkisi bu. Faruk ise hikâyeleri duydukça biraz daha afallıyor. Ama asıl, günlerdir aradığı Süleman'la tanışmasından sonra şaşırıyor.

 

Kendine "Tanrı" diyen, hayatı boyunca çok iş bağlamış, imparatorluğunu kurup huzura ermiş Süleyman, birbiri ardına kombineler çakınca Faruk aptallaşıyor. Aslında Süleyman'ın, Faruk'ta bir tür vicdana dönüştüğünü söylemek de mümkün; halının altına ittiği ne varsa hepsini teker teker ortalığa saçan, huzursuz edici bir vicdan. "Ne kadar para o kadar mutluluk" çağında, tükenişi de körükleyen bir muhasebe. Buradan bakınca Selçuk Orhan'ın romanı farklı anlamlara bürünerek bizi kuşatıyor. Fırsatını bulduğumuzda birer Süleyman olmaya hazır bizlere mesajları inceden döşüyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.