Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Taburedeki adamın anlattıkları



Toplam oy: 876
Enis Batur
Sel Yayıncılık
Tek bir rafına gözlerimizi diktiğimiz kişisel bir kitaplık var önümüzde. Kitaplığın sahibinin de bize o rafta bulabileceklerimizi anlattığını varsayın. Bu kitaplığın sahibi Enis Batur işte, anlattıklarına verdiği isimse Gülmekten Ölmek...

Bir kitaplık düşünün, şimdilik yalnızca bir rafını görebildiğiniz. Bu raf alfabetik olarak ya da içeriğine göre sınıflandırılmış kitaplardan oluşmasın. Örneğin orada ne 19. yüzyıl Fransız şiirinin tüm ağır toplarını, ne Cézanne tabloları üzerine yazılmış deneme kitaplarını ne de Bilge Karasu’nun külliyatını bulabilelim. Ama bu rafta, Rimbaud’nun 27’sinde silah ticareti yapmak için Habeşistan’da geçirdiği uzun yılları konu edinen bir belgesel kataloğu da, Bilge Karasu’nun Lağımlaranası da, tablolarına küçük yahut orta boy sinekler çizmeyi seven Rönesans ressamı Carlo Crivelli’nin bir eserinin kopyası da olsun. Şimdilik kitapları ya da kataloğu açmayacağız. Sözünü ettiğim o kadar somut bir deneyim değil.

 

Karşısında durduğumuz kitaplığın sahibinin rafın önüne bir yere tabure çekip bize o rafta bulabileceklerimize dair bildiklerini, bazen tanıklıklarıyla da destekleyerek anlattığını varsayalım. Üstelik siz de onun gibi düşünüyor, “çıplak bir gözle, herhangi bir dış ya da yan bilgiye sahip olmaksızın bir tabloya (bir şiire…) bakmanın en (tek?) doğru yol yordam sayılması gerektiği yönündeki yaklaşım”a kanmıyorsanız, bu adamın anlatacakları bitene kadar bulunduğunuz yerden ayrılmayı isteyeceğinizi sanmıyorum. Kitaplığın sahibi Enis Batur, bu kez anlattıklarına verdiği isimse Gülmekten Ölmek.

 


Ortaçağ'da ideolojik ve kültürel bir fenomen olarak yasaklanan gülme, Fransız Devrimi sonrası kurulan parlamentoda yine yasaklanıp ceza konusu olmuş. Ama neyse ki uzun sürmemiş o tuhaf dönem.

 

 

 

Daha en başından biliyoruz bir alışverişin söz konusu olmadığını. Bu yüzden bize anlatacak böyle şeyleri olan kimsenin, anlatacaklarını, kendi bunu kabul etmese de “ortalama cehalet eşiğinin” üzerinde bilmesi gerekiyor. Yine de saf bilgi bunun gibi bir aktarımda tek başına yeterli olamayabilir: Söz konusu rafta yer alanlar teknik kitaplar değiller. Birbirinden bağımsız gibi görünen eserlerin, aslında başka başka raflardaki kitaplara, belgelere, resimlere atıf yapması da bu yüzden kaçınılmaz. Yine de sanat eserlerinin, edebiyatın ve felsefenin birbirleriyle kurduğu organik bağı böylesine kısa bir monologda sezdirmek ya da hatırlatmak, yalnızca bilmek ile mümkün değil.

 

“Sinek hakkında bütün bildiklerim insanoğlunun ortalama cehalet sınırını aşmaz. (…) Hiçbir konuda bilgili değilim, pek çok konuda meraklı sayılabilirim olsa olsa, bir de şu yaşıma karşın hâlâ öğrenme tutkumu diri tutmayı başardığımı eklemek isterim – bütün bunlar bir şeyse bir şeydir, olmayabilir de,” diyor Enis Batur. Ortada böyle bir öğrenme/bilme tutkusu ve buna koşut giden bir öğrenilenleri ilişkilendirebilme yetisi olunca, o hakkında hiçbir şey bilinmeyen sinek bir bakıyorsunuz, Gülmekten Ölmek’in nefis bir bölümünde başrol oynuyor; kendisinin yanı sıra Katherine Mansfield’ın bir öyküsünden, Golding’in bir romanından, Crivelli’nin tablolarından, Christopher Isherwood’un sineklere duyduğu aşktan söz ettiriyor.

 

Bir uygarlık ölçütü olarak gülme

 

Anlatıya da adını veren bölüm “Gülmekten Ölmek”te, Batur raftan George Minois’nin “Gülmenin ve İstihza’nın Tarihi”ni çekiyor. Bölüm genel itibariyle, gülmenin, bilinen 2500 yıllık tarihinde tepkilerden ve yasaklardan kaçmanın nasıl da her defasında bir yolunu bulabildiğine dair. Yasak derken, günden güne yaygınlaşan, bina girişlerinde görmeye alıştığımız mantar gibi türeyen mesnetsiz “yazılamalar” değil işaret edilen; basbayağı yasama erkinin koyduğu kısıtlamalar var ortada: Ortaçağda ideolojik ve kültürel bir fenomen olarak yasaklanan gülme, Fransız Devrimi sonrası kurulan parlamentoda yine yasaklanıp ceza konusu olmuş. Ama neyse ki uzun sürmemiş o tuhaf dönem.

 

“Metropolitan Museum’a girdiğimde, uzaktan, Crivelli’nin Çocuk İsa’yla Meryem tablosunun üstüne koca bir sineğin konduğunu sandım. Hele Amerika’daki bir müzede sinek olması karşısında çok öfkelendim. Ne zaman ki böceği kovalamak için yaklaştım, işte o zaman hatamı anlayıp bir gözbağcının oyununa gelen biri gibi keyiflendim. Kendimi biraz aptal hissettim: Crivelli’nin tablolarına sinekler çizmekten hoşlandığını anımsamam gerekirdi.” (Kitaptan)

 

 

 

Şimdilerde olduğu gibi gülmek eylemi, tarih boyunca da bazen bir arada barınabilen, bazen de birbirinden görünmez sınırlarla ayrılan anlamlar edinmiş. “Ama Hobbes ama Descartes, gülmenin ve alayın biri(leri)nin ya da bir şey(ler)in zayıflıkları, zaafları üzerinden gerçekleşmesini hoş karşılamamışlardır: Bu durumda kötücül yanı ağır basan bir ifadedir gülme – bir adım ötesine, ibliscil sıfatını yeğleyen Baudelaire’le geçilecektir.” Yine de neyse ki Bergson gibi düşünenler de var; gülmeyi bir uygarlık ölçütü sayanlar.

 

“Başka dillerde rastlanıyor mu bilmem, bizimki el veriyor,” diyor Batur: “Gülmekten ölmek. Charlie Hebdo baskınında kurşunlanan dört karikatür sanatçısı için kullanılabilir mi ‘gülmekten ölmek’ fiili? Güldükleri, daha çok güldürdükleri için öldürüldükleri apaçık olsa da, bu deyiş biçimi olsa olsa bir eğretileme türevi kılığında uyarlanabilir duruma.”

 

Evet, tek bir rafına gözlerimizi diktiğimiz kişisel bir kitaplık var önümüzde. Benzerleri gibi, birçok rafın bir araya gelerek oluşturduğu bir kitaplık. Ama taburede oturan adamın anlattıkları diğer raflardakilerle bu rafta duranlar arasındaki mesafenin o kadar da fazla olmadığını müjdeliyor.

 

Bu sahiden iyi bir haber. Başkaları ne der bakmadan, yenidoğanların yaptığı gibi gülüp gülümsetelim o halde. Proudhon istediği kadar, “Bugün sizi güldüren, yarın öldürebilir,” desin, biz inatla buna da gülümseyelim. Tanrı Thot bile dünyayı yaratırken peş peşe gülme krizlerine tutulmamış mıydı?

 

 


 

* Görsel: Seda Mit

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.