Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tahammül edilemez bir fikir



Toplam oy: 182
Uğur Nazlıcan
Yapı Kredi Yayınları
Bu öyküleri okuyun; “şimdiki halinizin, geçmiş zamanda yaşayan birinin yaşlanması sonucu var olması gibi tahammül edilemez bir fikrin, çok küçük de olsa, gerçek olma ihtimali şiddetle” sarsacak sizi.

Gökçe isimli bir kadın düşünün; bugün 34 yaşında olsun. Bu Gökçe isimli kadının, 20 yıl önce yaşamış, yatağına uzanıp gecenin sessizliğini incitmeden okşayan dalgaları dinlemiş ya da mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokusuna direnerek uykusunu öğlene dek uzatmış ve hatta okuduğu son kitabın etkisiyle kendisine tutulması zor sözler vermiş 14 yaşındaki Gökçe’yle buluşması, sanılanın aksine, mümkündür aslında. Bunun için 34 yaşındaki Gökçe’nin büyüdüğü evi ziyaret etmesi, eski odasında bir süre kalması, o mevsimin rüzgarlarının yorulmadan belki birkaç yüzyıldır taşıdığı o hep aynı ferahlığı duyması, sabah güneşinin tam da 20 yıl önceki gibi, pencerenin yalnızca bir kısmını örten panjurun altından, karşıki duvarın aynı yarısını aydınlattığını görmesi yeterlidir. Tanıdık bir mekana dönen Gökçe, o mekanda daha önce yaşamış o eski Gökçe’nin bıraktığı yerde durduğunu görerek şaşıracaktır. Üstelik burada da bitmez. 14 yaşındaki Gökçe’nin 20 yıl sonra dönüşeceği Gökçe’ye ilişkin tahayyülü de, 34 yaşındaki Gökçe’nin zihnindeki 14 yaşındaki Gökçe de oradadır çünkü. Bu dördü arasından kimin gittikçe kime benzediği, “varlığın kim, yansımanın kim olduğu” muğlaktır. O odanın içine misafir olmuş biz okurların da, 14 yaşındaki Gökçe’nin zamanından geleceğe mi baktığı, yoksa başta sandığımız gibi, 34 yaşındaki Gökçe’nin zamanında geçmişi mi aradığı sorusu zaten cevapsızdır; fakat kendisini böylesi bir durumda bulan Gökçe için de gerçekte kim olduğu sorusunun yanıtı pek o kadar net değildir. Şimdi her şey böylesine içinden çıkılmaz bir hale gelmişken, hepimiz için eldeki tek nesnel ölçüt, şüphesiz ki, mekandır artık.

Her ne kadar, bazı “anı parçacıklarıyla” açıklamaya çalıştıysam da, yukarıda yazdıklarım bir olaylar dizisinden ziyade, insanın karmaşık varoluşundan doğan bir histir aslında. Çıraklığını, kalfalığını ve ustalığını aynı kahvehaneye adayan biriyle de, el arabasında topladığı eski eşyaların gittikçe kendisine benzediğini görerek şaşıran hurdacıyla da, müşterilerin kalemleri denerken kağıda karaladıklarında kendi suretini bulan kırtasiyeciyle de, bir mekanı düzen içinde tutmaya gayret eden, yani bir nevi bekçilik ettiği mekana benzeyen (ya da benzediğini fark edebilen) tüm diğerleriyle de paylaştığımız bir his… Benim bu hissi bu netlikte yakalamamı sağlayan ise Uğur Nazlıcan’ın geçtiğimiz günlerde okura bir nimet gibi sunulan öykü kitabı Bir Dükkânı Beklemek.

 

 

“Aklımda çay demlemek vardı ama demleyeceğim çayı karşımda oturan çıraklığımın beğenmeme ihtimalinden korkuyordum. Çıraklığım karşısında kalfalığımın çayına güvenmiyordum. Belki şimdi burada ustalığım olsa, onun demleyeceği çayı her ikimiz de beğenirdik. Ama ustalığımın burada olmasından da korkuyordum; daha doğrusu, ustalığımın demleyeceği çayı çıraklığımın beğenmesinden ve devamında ustalığımla çıraklığım arasında doğacak şefkatten pay alamamaktan, ayrı düşmekten korkuyordum.”

 

Bir Dükkânı Beklemek’teki öyküler hemen her defasında bir çemberi tamamlayarak başladığı yerde bitiyor; bir kalfa ustalığa geçtiğinde işe alınan çırağın, eski kalfa/yeni ustaya kendi çıraklığı gibi gelmesinden, mekanların büyülüymüşçesine, belli zaman aralıklarıyla aynı öyküye sahne olmasından biraz bu… Biz edebiyat severlerin adını ilk kez duyduğu Nazlıcan ise, -belli ki bizden habersiz de olsa, bir yerlerde çok okumuş ve çok yazmış-, olgun kalemi, okuma iştahını doyuran zengin üslubuyla her öykünün çemberini diğerinin içinden geçirmeyi biliyor. Bu mahir yazarın, bu ilk kitabını mutlaka okuyun; adını çok geçmeden daha sık duyacaksınız ama bana sorarsanız öykülerle tanışmayı o günlere ertelemeyin… “Şimdiki halinizin, geçmiş zamanda yaşayan birinin yaşlanması sonucu var olması gibi tahammül edilemez bir fikrin, çok küçük de olsa, gerçek olma ihtimali şiddetle” sarsacak sizi.

 

 

 


 

 

Görsel: Alireza Ghezelbash (Unsplash)

 

 

 


 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.