Gökçe isimli bir kadın düşünün; bugün 34 yaşında olsun. Bu Gökçe isimli kadının, 20 yıl önce yaşamış, yatağına uzanıp gecenin sessizliğini incitmeden okşayan dalgaları dinlemiş ya da mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokusuna direnerek uykusunu öğlene dek uzatmış ve hatta okuduğu son kitabın etkisiyle kendisine tutulması zor sözler vermiş 14 yaşındaki Gökçe’yle buluşması, sanılanın aksine, mümkündür aslında. Bunun için 34 yaşındaki Gökçe’nin büyüdüğü evi ziyaret etmesi, eski odasında bir süre kalması, o mevsimin rüzgarlarının yorulmadan belki birkaç yüzyıldır taşıdığı o hep aynı ferahlığı duyması, sabah güneşinin tam da 20 yıl önceki gibi, pencerenin yalnızca bir kısmını örten panjurun altından, karşıki duvarın aynı yarısını aydınlattığını görmesi yeterlidir. Tanıdık bir mekana dönen Gökçe, o mekanda daha önce yaşamış o eski Gökçe’nin bıraktığı yerde durduğunu görerek şaşıracaktır. Üstelik burada da bitmez. 14 yaşındaki Gökçe’nin 20 yıl sonra dönüşeceği Gökçe’ye ilişkin tahayyülü de, 34 yaşındaki Gökçe’nin zihnindeki 14 yaşındaki Gökçe de oradadır çünkü. Bu dördü arasından kimin gittikçe kime benzediği, “varlığın kim, yansımanın kim olduğu” muğlaktır. O odanın içine misafir olmuş biz okurların da, 14 yaşındaki Gökçe’nin zamanından geleceğe mi baktığı, yoksa başta sandığımız gibi, 34 yaşındaki Gökçe’nin zamanında geçmişi mi aradığı sorusu zaten cevapsızdır; fakat kendisini böylesi bir durumda bulan Gökçe için de gerçekte kim olduğu sorusunun yanıtı pek o kadar net değildir. Şimdi her şey böylesine içinden çıkılmaz bir hale gelmişken, hepimiz için eldeki tek nesnel ölçüt, şüphesiz ki, mekandır artık.
Her ne kadar, bazı “anı parçacıklarıyla” açıklamaya çalıştıysam da, yukarıda yazdıklarım bir olaylar dizisinden ziyade, insanın karmaşık varoluşundan doğan bir histir aslında. Çıraklığını, kalfalığını ve ustalığını aynı kahvehaneye adayan biriyle de, el arabasında topladığı eski eşyaların gittikçe kendisine benzediğini görerek şaşıran hurdacıyla da, müşterilerin kalemleri denerken kağıda karaladıklarında kendi suretini bulan kırtasiyeciyle de, bir mekanı düzen içinde tutmaya gayret eden, yani bir nevi bekçilik ettiği mekana benzeyen (ya da benzediğini fark edebilen) tüm diğerleriyle de paylaştığımız bir his… Benim bu hissi bu netlikte yakalamamı sağlayan ise Uğur Nazlıcan’ın geçtiğimiz günlerde okura bir nimet gibi sunulan öykü kitabı Bir Dükkânı Beklemek.
“Aklımda çay demlemek vardı ama demleyeceğim çayı karşımda oturan çıraklığımın beğenmeme ihtimalinden korkuyordum. Çıraklığım karşısında kalfalığımın çayına güvenmiyordum. Belki şimdi burada ustalığım olsa, onun demleyeceği çayı her ikimiz de beğenirdik. Ama ustalığımın burada olmasından da korkuyordum; daha doğrusu, ustalığımın demleyeceği çayı çıraklığımın beğenmesinden ve devamında ustalığımla çıraklığım arasında doğacak şefkatten pay alamamaktan, ayrı düşmekten korkuyordum.”
Bir Dükkânı Beklemek’teki öyküler hemen her defasında bir çemberi tamamlayarak başladığı yerde bitiyor; bir kalfa ustalığa geçtiğinde işe alınan çırağın, eski kalfa/yeni ustaya kendi çıraklığı gibi gelmesinden, mekanların büyülüymüşçesine, belli zaman aralıklarıyla aynı öyküye sahne olmasından biraz bu… Biz edebiyat severlerin adını ilk kez duyduğu Nazlıcan ise, -belli ki bizden habersiz de olsa, bir yerlerde çok okumuş ve çok yazmış-, olgun kalemi, okuma iştahını doyuran zengin üslubuyla her öykünün çemberini diğerinin içinden geçirmeyi biliyor. Bu mahir yazarın, bu ilk kitabını mutlaka okuyun; adını çok geçmeden daha sık duyacaksınız ama bana sorarsanız öykülerle tanışmayı o günlere ertelemeyin… “Şimdiki halinizin, geçmiş zamanda yaşayan birinin yaşlanması sonucu var olması gibi tahammül edilemez bir fikrin, çok küçük de olsa, gerçek olma ihtimali şiddetle” sarsacak sizi.
Görsel: Alireza Ghezelbash (Unsplash)
Yeni yorum gönder