Yazarların, okuyup sevdiğimiz yazarların yani, hani yere göğe sığdıramadıklarımızın, başımızın tacı olanların “iyi” insanlar olmaları şart mı? O kitapları yazan adamlar ya da kadınlar asla “öyle” şeyler yapmazlar, değil mi? Tanısak çok severiz çünkü, eminiz buna, o kitapları yazan nasıl “öyle” biri olabilir ki? Ancak yazarların mahremine hunharca dalan, aşk hayatlarından siyasi görüşlerine, en sıradan gündelik alışkanlıklarından neredeyse “sapkın” sayılabilecek eğilimlerine kadar ne var ne yok ortaya döken ve kamusal merakı kaşıdığı için asla ıskalanmayan biyografiler –ve öldükten sonra haince yayımlanan günlükler– öyle demiyor; ki bizzat tanışıp bir şekilde hikayesine dahil olduğumuz yazarları saymıyorum bile (şahsen, eserlerini okuduğum yazarlarla elimden geldiğince tanışmamaya gayret ediyorum). Ama bunda acayip bir şey yok, yani bir yazarın “iyi” insan olmamasında: Okurun zihninde özel bir yere oturtulan, idolleştirilen, dokunulmaz kılınan, hatta neredeyse mitleştirilerek kutsal sayılan yazarların, yarattıkları kurmaca hayattan ziyade gerçek hayatın bir parçası olduklarını, en özet haliyle “tanrı” değil, “insan” olduklarını akılda tutmak şart. Yani, yazarla eseri bitişik düşünmeye teşne narin okur kalbimiz sıklıkla yanılmaya, şaşırmaya, hayal kırıklığına uğramaya mahkum. Şu durumda, yaratanı unutup eserde mi odaklanmalı? Bu konuda her okurun kendi biricik ahlaki değerleri devreye giriyor korkarım.
Hanif Kureishi’nin yeni romanı Son Söz’ün hikayesi tam olarak bu konu çevresinde şekilleniyor. Hayatının sonbaharında olan ve vakti zamanında eserleriyle kabul görüp belli bir yere gelmiş ama şimdilerde sönmeye yüz tutmuş seçkin bir yazar ile onun biyografisini yazmaya girişen genç bir biyografi yazarının ilişkilerini anlatıyor kitap. Bu dallı budaklı ilişkinin çerçevesinde bir hayatın kaydı tutulurken, hikayeye dahil olan herkes, didiklenen ve günün sonunda türlü yollarla ortaya çıkan sert gerçeklerle kendince başa çıkmaya çalışıyor.
Hayatının sonbaharındaki bir yazar ile onun biyografisini yazmaya girişen genç bir biyografi yazarının ilişkilerini anlatıyor bu kitap.
Harry otuzlu yaşlarında, ekonomik geleceği yazacağı biyografiye bağlı, kadınlarla arası hep iyi olmuş, kadınlar tarafından şımartılmaya alışık ve halihazırda kız arkadaşı Alice ile bir hayat kurma planları yapan bir biyografi yazarı. Söz konusu biyografinin nesnesi Hindistan doğumlu Mamoon ise, Harry’nin hayranı olduğu, bir kaya kadar sert, dışarıya kapıları sımsıkı kapalı, görece “kirli” bir hayatın son çeyreğinde, bir zamanlar ziyadesiyle parlak edebi kariyerinin ise düşüşte olduğu yaşlı bir çetin ceviz. Gösteriş düşkünü, hayat dolu bir İtalyan olan ikinci karısı Liana ile İngiliz taşrasında yaşıyor; biyografiye olur vermesinin tek sebebi, yitirdiği şöhreti ve parayı geri kazanmak. Günün sonunda Harry, gerekli bilgileri toplamak amacıyla Mamoon’un –ondan yirmi yaş genç ve güzel ve de hayat dolu– karısıyla birlikte yaşadığı kır evine kısa süreli olarak yerleşiyor ve hiçbir şey onun sandığı kadar kolay ilerlemiyor. Liana’nın Harry’nin eve vardığı ilk gün söyledikleri gidişatın kolay olmayacağını zaten baştan belli ediyor: “Sana bunun kolay olmayacağını söylemek zorundayım, öte yandan Mamoon şefkatli ve bilgedir. Kibar bir kitap yazacaksın, ben hariç elindeki tek şeyin itibarı olduğunu hep aklında tutacaksın. Onun alnına leke sürenler sonsuza dek kabuslarla ve çıbanlarla boğuşur.”
Harry evde kaldığı gereğinden uzun süre boyunca çiftin hayatına fazlasıyla dahil oluyor ve bu arada yazmayı planladığı biyografi için toplayacağı bilginin aslanın ağzında olduğunu keşfediyor. Mamoon’un açılmayacak gibi görünen, kilidi paslı kapısını aşındıran ve bu süreçte epey eziyet çeken Harry’nin kurtuluşu onu ziyarete gelen güzel ve biraz “aptal” kız arkadaşı Alice oluyor; Alice, “her nasılsa” yaşlı yazarın kapılarını kolayca aralıyor ve Alice’in karşısında yaşlı adamın meşhur alaycılığından ya da inadından eser kalmıyor. Yazılmayı bekleyen bir biyografinin yörüngesinde dört yetişkin insan, ev işlerine yardım eden aile bireylerinin ve Harry’yi bu işle görevlendiren yayıncının da katılımıyla kendilerini bir duygusal karmaşanın içinde buluyor... Geçmiş deşildikçe ortaya çıkanlar, bir biyografi yazarı için neredeyse altından kalkılması imkansız bir şeye dönüşüyor. Yayıncı Harry’den bir yandan “deli ve vahşi” bir kitap beklerken, hakkında yazılan kişinin hâlâ hayatta olması elbette işleri hiç kolaylaştırmıyor. Anlatılanlar gerçeği ne kadar yansıtacak? Gün ışığına çıkan bazı sırlar nasıl açık edilecek? Hayatı anlatılan taraf, eserin son haline ne kadar burnunu sokacak, neler sansürlenecek? Bu kitap parıltısını yitirmiş bir ismin yeniden inşa süreci mi olacak, yoksa bir yıkımın kaydını mı tutacak? İşte elimizdeki roman, insan ruhunun karanlıklarına doğru yol aldıkça bu sorulara cevap bulmaya çalışıyor.
Sürpriz bir son
Biyografi yazarı ile onun nesnesi olan yazar arasındaki alanda gezinen roman, 30’larında ve 70’lerindeki iki yazarın yer yer rekabetle şekillenen ilişkisine; cinsellik, tutku, aşk ve yazmak üzerine sohbetlerine çanak tutuyor – ayrıca modern edebiyat dünyasına ve İngiltere’nin sosyokültürel yapısına dair çok şey söylüyor. Konunun ciddiyetine rağmen Son Söz’ün sert köşeli, asık suratlı bir roman olduğu düşünülmesin. Roman, İngiliz taşrasında bir araya gelen neredeyse karikatürize karakterleriyle bir komedi. Hem diyaloglarıyla hem de yarattığı atmosferle, ama en çok da –hakkında tek bir kelime dahi etmeyeceğim ama bana büyük bir– sürpriz olan sonuyla gülümseten detaylarla dolu. Son Söz’ün Hanif Kureishi okurunu memnun edeceğine eminim.
Bu arada Son Söz yurt dışında ilk yayımlandığı dönemde çeşitli mecralarda –konusu ve karakterleri itibariyle– Patrick French’in V.S. Naipaul hakkında yazdığı The World Is What It Is isimli biyografik eseri hatırlattığı ve detaylarıyla iki hikayenin birbirine çok benzediği dile getirilmişti. Kureishi ise bu iddiayı reddediyor. Yakın bir zaman önce verdiği bir röportajda şöyle demişti bu konuda: “İlgimi çekmiyor bu tip görüşler. Bugüne dek kitaplarımda –Benim Güzel Çamaşırhanem ve The Buddha of Suburbia’ya bakın örneğin– hep yaşlı Hintli veya Pakistanlı adamları anlattım. Benim derdim yaşlı bir yazar anlatmaktı, tanıdığım yaşlı bir yazarı anlatmak değil. Öyle gözüküyor olabilir ama asla niyetim Naipaul’u anlatmak filan değildi.” Ve devamında ekliyor: “Yazmak hakkında yazmak istedim. Hayatımı geçirdiğim şey hakkında yazmak istedim.” (K24, 25 Şubat 2016)
* Görsel: Muhammed Ali Süzen
Yeni yorum gönder