Bilimkurgunun en büyük adlarından biri olan Philip K. Dick (PKD), beş ciltlik “toplu öyküler”inin ilk cildiyle karşımızda... Bay Uzay Gemisi’nde onun ilk dönemde yazılmış toplam yirmi beş hikayesi yer alıyor; 1947’den önce yazdığı tahmin edilen ama ancak 1982’de basılabilen “İstikrar”dan 1952 tarihli “Dadı”ya kadar... Kitabın tanıtımında, biri hariç bütün hikayelerin 1951-1952 yıllarında dokuz aylık bir dönemde yazıldığı belirtilmiş: Meslek hayatının ilk adımlarını atan, henüz yarı zamanlı yazarlık yapan PKD’den ilk darbe!
Bilmiyorum, daha önce hiç PKD kitabı okudunuz mu? Epeyce romanı Türkçeye çevrildi, türün meraklıları için ihmal edilmeyecek bir yazardır, hatta çoğumuz için kült bir yazardır. Kitabın iç kapağında, “Hakikat PKD’nin zihninde gizli,” denmiş. Elhak doğrudur. Hatta, gerçeklik ile onun kadar oynayan, okurunu da şaşırtan bir yazar yoktur. Ursula K. Le Guin, PKD’yi, “Tarifi mümkün olmayan, benzersiz bir sanatçı,” diye tanımlamış. Gene Le Guin, "Dick’in bizi eğlendirdiği şeyin gerçek ve çılgınlık, zaman ve ölüm, günah ve kurtuluş olduğu çoğu eleştirmenin gözünden kaçmıştır,” diyerek, bu dikkatsizliği gösterenleri ve durumdan habersiz da olanları iğneliyor. Daha önce bir PKD kitabıyla yolunuz kesişmediyse bile, bu kitaplardan beyazperdeye uyarlanan filmlerle karşılaşmışsınızdır belki. Örneğin iki ayrı versiyonu olan Gerçeğe Çağrı (ki bizce, Arnold Schwarzenegger’in göze batan varlığına karşın birincisi daha iyidir), Tom Cruise’lu Azınlık Raporu, Matt Damon’ın başrolünde olduğu Kader Ajanları gibi... Ama PKD imzası taşıyan filmlerden en iyisinin –Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?’den uyarlanan– Ridley Scott’ın Bıçak Sırtı (Blade Runner) olduğuna kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum.
PKD, “Amerikalı” tarifine pek uymayan bir yazardır. Müthiş bir hayalhanesi, bence gayet makbul bir anlatımı, olağanüstü fikirleri vardır. İnsan cinsine de pek itimadı olduğunu sanmıyorum. Karakterlerine yakındır; tuhaf bir şekilde yazdıklarında onun varlığını da hissedersiniz. Tabii böyle şeyleri beyazperdeye ya da ekrana aktarmak kolay iş değil, kimsenin de böyle bir kaygısı yok zaten. Sağlam bilimkurgu ve hızlı akış imkanı, onlara yetiyor. Yazarı çoğunlukla anlamadıkları gibi, hakkını da veremiyorlar. Gerçi anlamama konusunda yalnız sayılmazlar; hele Dick’in de bu konuda onlara yardımcı olduğunu düşünürsek... Emmanuel Carrère’in I Am Alive and You Are Dead: A Journey into the Mind of Philip K. Dick adlı kitabı üstüne yazılan bir yazıda hoş bir alıntı var. Tom Disch, üstat ile –iznini kim bilir ne güçlükle aldığı– bir söyleşi yaparken, Dick’in ruh rehberi, artık gitmesi gerektiğini söylemiş. O da gitmiş. “Sence deli miydi?” sorusuna gülümseyerek, “Tilki gibi,” cevabını veriyor. Tilki gibi kurnaz, akıllı, ama deli görünmek işine geliyor anlamında... Mutlaka öyledir. Kendisinin kayıtsız şartsız hayranıyız, ruh rehberleri dahil.
Sadece eğlendiren bir “ucuz romancı”
Ama “toplu öyküler” henüz onun bu haline çok uzak. İlk hikayesi “İstikrar”, uygarlığın hiç ilerlemediği uzak bir gelecekte geçiyor. Toplum doruk noktasına ulaşmış. Hükümet de bir düşüş yaşanmasın diye toplumu zorla “istikrar” halinde tutuyor. Yazarın sattığı ilk hikayesi olan “Roog” ise, bu kadar genç bir yazardan beklenmeyecek sağlamlıkta bir hikaye. Zaten Toplu Öyküler 1’in sonundaki “Notlar” bölümünde hakkında en ayrıntılı açıklama verilen de o.
PKD, “Roog”daki köpek Boris için, o sıralarda komşusunun köpeği olan Snooper’i örnek almış. Belli ki Snooper hafta sonunda gelip sahiplerinin güzel yiyeceklerini koydukları kapaklı kutuları (çöp tenekeleri) alan tuhaf kılıklı adamları (çöpçüler) uzaydan gelme zalim bir ırk sanıyormuş. Onlara kendinden başka kimsenin tepki göstermeyişini anlamayarak gittikçe daha büyük öfkeyle havlamış durmuş. Dick onun sesinden rahatsız olsa da inancına, sadakatine, yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yapma azmine hayran kalmış. Kasım 1951’de yazılan “Roog”, yazarın satılan ilk hikayesi ama basılan ilk hikayesi değil. Onun için iki yıl beklemesi gerekti. Yayıncı, editör ve yazar Anthony Boucher’ın yardımı olmasa “Roog”un basılmayacağını, kendisinin de hâlâ plakçı dükkanında çalışıyor olacağını söylerdi. Gerçi uzun süre de çalıştı o dükkanda, o başka. Son yılları hariç, çok da yoksulluk çekti.
Yoksulluk yetmiyormuş gibi, uzun süre de, yazdıklarıyla sadece eğlendiren bir “ucuz romancı” olarak tanındı. PKD’nin kıymetinin bilinmesi ancak ölümünden birkaç ay sonra, Bıçak Sırtı’nın gösterime girmesiyle olmuştur. Sadık okurları içinse, o neredeyse başından beri kült yazar statüsünü korudu. Yıllarla birlikte bu hayranların sayısı arttı. Editörler ve eleştirmenlerin tavrı değişti. Okurların gözünde popüler olduğu da bir gerçek. Hem onun popülerliği diğer bilimkurgu yazarlarınkinden farklıdır. Aynı gelenekten gelir, aynı malzemeyi kullanır ama bir anlamda, bilimkurgunun Beat kuşağına cevabı gibidir. “Uymayan” kişidir, muhaliftir, kesinlikle dışarıda kalmıştır. Buna karşılık, 2007’de Library of America onun özenli bir seçkisini yayımladı. Ne de olsa, Nathaniel Hawthorne ve Herman Melville gibi ustaların kitaplarını yayımlamış bir kuruluştur. Hatta, Library of America’dan biri, ucuz roman janrının dışına taşması, edebi değer taşıması açısından Dick’i Raymond Chandler’a bile benzetmiş. Allah razı olsun! Sonradan Jonathan Lethem editörlüğündeki ilk seçkiyi, iki takım daha izledi. Süper bir seçki olduğunu düşünüyorum.
Son bir not da Büyülü Fener’e; eski dostumuz Mustafa Küpüşoğlu’nun yayın yönetmeni olduğu Büyülü Fener’i bu girişimi için kutlarız. Ama bundan sonrakilerde olsun, dizgiye ve bazı karşılıklara biraz daha özen göstermek mümkün olur mu acaba? Çünkü o özeni, kağıt ve baskıda görüyoruz.
* Görsel: Kaan Bağcı
Sevin abla joker gibi bayansın, girmediğin konu yok, sen neymişsin be abla, spor yazılarını nerede yazıyordun bu arada, epeydir rastlamadık
Yeni yorum gönder