Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tarihin bize bir oyunu mu bu?



Toplam oy: 1286
Marcelo Fıgueras
Doğan Kitap
Arjantinli yazar Marcelo Figueras, Kamçatka romanında bizi Arjantin’in karanlık yakın tarihine, 1976 yılına götürüyor.

Tarih, kurmaca mıdır yoksa gerçek mi? Eğer kurmacaysa, hayal gücümüzün sınırlarıyla mı belirlenir çizgileri? Peki ya gerçekse, o zaman kimin gerçeğidir söz konusu olan? Tarihi yazanların mı yoksa tarihe yazılamayanların mı?

 

Arjantinli yazar Marcelo Figueras, geçtiğimiz yıllarda sinemaya da uyarlanan ve uluslararası bir beğeniyle karşılanan Kamçatka romanında bizi Arjantin’in karanlık yakın tarihine, 1976 yılına götürüyor. On yaşındaki kahramanımızın sesinden okuyoruz bu öyküyü. Askeri diktatörlük günlerinin bir çocuğun gözünden anlatıldığı bu romanda, tarihin de kurmaca bir öykü gibi şekillendiğini görüyoruz. Hem kurgunun kendisiyle ilgili bir edebi oyuna girişmiş oluyor yazar hem de bir öykü anlatmanın, yaratıcılığın hayal gücüyle ilişkisini, her yazarın çocukluğunda ister istemez bir tarih yazımına giriştiğini de gösterebiliyor.

 

Bununla kalmıyor, postmodern zamanlarımızda çok sevdiğimiz meşhur “oyun” metaforunu bizzat bir kahramana dönüştürüyor. Romanın adını duyduğunda birçok okurun aklına Gizli Hedef veya Risk oyunu gelmiştir muhtemelen; hani şu dünyada Kamçatka diye bir yer olduğunu öğrendiğimiz masa oyunu… O yaşta, ya da tıpkı bu romandaki kahramanımızın yaşında, Doğu-Batı bilmezdik ama dünyanın sağ tarafında yer kaplayan bir ülke miydi, bölge miydi, böyle bir yer vardı. Masa oyunu olduğu için dört köşeliydi dünya. Amerika ile Japonya birbirine ne kadar da uzaktı! Yıllar geçtikçe coğrafya dersleri sayesinde zihnimizde yuvarlandı dünya. Japonya Amerika’ya yaklaştı. Ve tabii ki bahsettiğimiz romanın Arjantinli kahramanı için de aynı yakınlık kurulacaktı. Kamçatka ne kadar da yakındı Güney Amerika’ya, Arjantin’e… Tarihin mi bir oyunuydu bu küçük kahramanımıza, yoksa coğrafyanın mı?

 

Romanın sonunu başından söyleyerek başlıyor Figueras. Babasının son sözü “Kamçatka” olan bir çocuğun öyküsünü dinleyeceğimizi bilerek başlıyoruz okumaya. Kamçatka sadece bir “sonsöz” değil, bir “en uzak yer”, “kimsenin arzulamadığı yer”, “çelişkilerin ifadesi”, “olunması gereken yer”, “direniş noktası” ve daha birçok şey. Romanın başlayıp bittiği yer de diyebiliriz Kamçatka için; ve her şeyin yeniden başladığı, romanın son sayfasından sonra öykünün devam ettiği yer.

 

Kamçatka, hatırlaması son derece tekinsiz olan bir dönemi on yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatırken, biz yetişkin okurlara çocukluğumuzda icat ettiğimiz soyut sığınakları hatırlatıyor. Karşılaştığımız zorluklarla mücadele etme yöntemlerimizin aslında ne kadar da yaratıcı olduklarını, kaçışlarımızın ne kadar da kurgusal olduğunu, dışımızdaki dünyanın asla kapkaranlık değil, daima renkli olduğunu, bazı şeylerin hep oyun olduğunu ve öyle kalacağını gösteriyor.

 

Tarihe yazılmayan bir yer

 

Annesi, babası ve küçük kardeşiyle beraber yaşayan kahramanımız, askeri cuntanın kendisine muhalif olan herkesin peşine düştüğünü biliyor. Amcasının öldürüldüğünü, yeni bir yere taşınmaları gerektiğini, bir şeylerden kaçmakta olduklarını, canlarının tehlikede olduğunu, diktatörlüğün Peroncuları ya da annesi ve babası gibi sol görüşlü sivilleri avladığının farkında. Tüm aile yeni isimler almak zorunda kalıyor kendine. Kahramanımızın adı da, çok sevdiği ve etkilendiği kahramanı olan Harry Houdini’den hareketle “Harry” oluyor. Peki nedir bir çocuk için hayatın değişmesi? Herhalde şu satırlardan daha naif ve daha hakiki biçimde anlatılamaz: “Çocuk dünyamdan, sokaklarımdan, komşularımdan, bakkalımdan, büfemden, kulübemden zorla alıkonulmak. Tanıdık hislerle dolu dünyamdan zorla uzaklaştırılmak: Çarşaflarımın kokusundan, kalktığım zaman ayaklarımın altında hissettiğim zeminden, musluk suyunun tadından, avludaki marangozun gürültüsünden, annemin çiçeklerini seyre dalmaktan, televizyonun düğmesine elimi her dokunduğumda duyumsadığım sert yüzeyinden.”

 

Harry’nin öyküsünü anlatan Marcelo Figueras, çocukluğumuzdaki düşünceleri ve duyguları alıp, yetişkinlerin dünyasına taşıyor. Çocuk zihniyle, küçüklüğümüzde yerleşmiş anlamları alıp, büyüklerin sözde gerçek dünyasına uyarlıyor. Böylece çocukların dünyasının da ne kadar gerçek olduğuna işaret etmiş oluyor. Bunu yaparken çocuk diliyle yetişkin dili arasında gidip geliyor anlatıcımız. Bazen ancak bir çocuğun kuracağı basit ve saflık dolu cümleleri okuyoruz, bazen yetişkin bir yazarın derin ve komplike paragraflarını. Bu bir eksik ya da edebi olarak yanlış bir kurgu şekli olarak da yorumlanabilir ama romanın hemen başındaki şu satırlara bakılırsa bunu bilerek yapıyor yazar: “Hatırladığım zaman ara ara sesim sanki yeniden on yaşındaymışım gibi çıkıyor ve bazen henüz göremediğim yetmişinci yaşınkini andırıyor; bugünkü gibi de çıkıyor, şu anki ya da sahip olduğumu sandığım yaşınki gibi de… Geçmişim, şimdiki anım ve geleceğim birbirine karışıp duruyor.”

 

Bir mücadelenin nereden başlayıp nerede bittiğini, nerede bitemeyeceğini de anlatıyor yazar. Dediğimiz gibi, politik bir arka planı bir çocuğun gözünden anlatıyor en basit haliyle. Yine de Roberto Bolaño tarzı bir politik arka plan/yaratıcı bir kurgu kardeşliği bekliyorsanız, yanlış bir yolda olacaksınız, çünkü Figueras daha serbestçe yazan, semboller kullanan ve arka planı sadece ve sadece arka plan olarak kullanan bir yazar. Bolaño gibi arka planı öne taşımak için edebiyatın tüm araçlarından yararlanan bir kalem değil. Burada iş, okurun zevkine kalıyor.

 

Kamçatka, Marcelo Figueras bu romanı yazana kadar tarihe yazılmayan bir yerdi. Eskiden adeta kurmacaydı ama artık gerçek oldu. Peki burada tarihi kim yazmış oldu? Bir romancı mı? O halde şu soruyu yeniden soralım: Tarihin bize bir oyunu mu bu? En güzel cevabı romanda Marcelo Figueras veriyor aslında: “Bu evrende hayat olduğu sürece hiçbir canlının hikâyesi sona ermeyecektir; sadece dönüşecektir. Öldüğümüz zaman hayat hikâyesi tür değiştirir. Artık polisiye, komedi veya epik değilizdir. Coğrafya, biyoloji ve tarih kitabıyızdır.”

 

Kamçatka, birçok şey olabilir, ama öncelikle hayatta kalmak demek, direnmek demektir.


 

 


 

 

* Görsel: Uğur Altun

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.