Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tavana sopayla vurmanın arketipi



Toplam oy: 747
Marcel Proust // Çev. Elif Gökteke
Yapı Kredi Yayınları
Apartman, Marcel Proust'u bile çileden çıkartan bir işkence kutusu. Üstadın kitabını okurken atacağınız kahkahalar komşularınızda kalıcı hasar bırakabilir.

Apartman denen şekilsiz kayaların içinde yaşamaya başladığımızdan beri dikey bir gürültünün merkezine yerleştik. Altı yönden kuşatılan uygar mağarada sessizliğe muhtaç ve sesten ihraç edilerek hayatını sürdürebilmek modern insanın hak ettiği bir ceza – bununla uzlaşması da olanaksız görünüyor. Ses ile gürültü arasındaki farkı tüm ayrıntılarına kadar listelemek ömrü uzatmayacak. Çünkü komşu denen şey sizi her zaman tehdit ve ispiyonla şekillendirirken özlemeye mecbur bırakıldıklarımız, aslında reddederken bir an bile düşünmediğimiz, kolayca vazgeçtiğimiz gerçeğimiz/gerçeklerimiz değil miydi? Şimdi bu neyin isyanı?

 

Sesin estetikle bütünleştiği şiiri, müziği bir ruh eleği gibi tanımlarken çağa uygun kakofoninin yarattığı rahatsızlığı kontrol altına alma çabası beyhude bir çırpınış, karşı koyma sayılmaz mı? Yol çalışmaları, inşaat bombardımanı, çok çocuklu ailelerin koşturma sesleri, sokağınızda aniden çıkan kavga, klakson, nerden geldiği asla anlaşılmayan çekiç sesleri, çamaşır ve elektrikli süpürge sesleri, hoşlanmadığınız türde ve yüksek sesle çalınan şarkılar daralttıkları çemberle sizi bedeninize çekilmeye mecbur edecektir. Üstelik siz de diğerleri için aynı potansiyel tehlikesinizdir ses konusunda. Ses çıkartan her şeyi suçlu görme alışkanlığı, kendi sesinizden başka hiçbir sese tahammül edememe, korodan çıkma – orkestrasyonu ego nedeniyle bozma hevesi bir seçkinlik merakına yenik düşmenize yol açabilir. “Halk gürültü yapar, katlanmak zorundasın” meselesi olarak da okumamak lazım bunu: Toplu yaşama direnmek özgür bireyin elbette hakkı sayılır, ancak kentleşmeyi bir uygarlık nimeti diye adlandırarak ona eklenmek, orada huzur ve bağımsızlık aramak bu vazgeçişi bir yasa yapmayacaktır. Kent, gürültünün betonarme halidir. Ses, haliyle doğada kalmıştır. Türkler, “su sesi, para sesi, kadın sesi” diyerek genel güzellik tanımlamalarında çağ açarken Doğu, sessizliği bir erdem kabullenmiş, Batı ise sesi sisteme yani armoniye taşıyarak kendi kültürünü üstün görme kibrine yenik düşmüştür. Daha otantik yerleşme karalarında ses bir eğlence aracı, mistik bağlantı işlevi görür. Ortak sevinçlerin, ortak acıların tezahürüdür o. Gürültüden çok toplu arzuların dilidir. Kutlamalar, şenlikler, bayramlar, ağıtlar gibi. 

 

 

“Bir insan sesine muhtaç yaşamak,” diyebileceğimiz karambolde ise “slasher” bir mahlukat yumurtlamaktadır; bir süre sonra ortalığı kan gölüne çevirebilecek bu ruh, bir tezahürü biriktirmekte, nezaketle alarm vermektedir bir bakıma. Dikkat edilmesi şarttır. Komşu komşunun katilidir. 

 

“Fazla yumurtanız var mı,” diye kapınızı çalan bir Haneke kahramanına dönüşmeseler de, Luc Besson ayarlı bir Léon olmasalar da komşu daima teröristtir. “Ev alma, komşu al,” saçmalığı hem bu açıdan doğrudur hem de “satın alınan komşu” mantığı içimizdeki köle ticareti duygusunun ataerkil dışavurumundan ibarettir. Kapılardaki gözetleme delikleri komşulara uzanan karadeliklerdir aslında.

 

Bir işkence kutusu

 

Hayatı hastalıklarla ve eğlenceyle geçen, son yıllarında neredeyse hiç dışarı çıkmadan evinde yaşayan Marcel Proust “cemiyet insanı” tanımlamasına “eşcinsel zarafeti” katmayı ihmal etmezken “huysuz, sitemkar, şımarık” yapısını ağdalı diliyle törpüleyebilen ender büyük yazarlardan. Seçkinliğe merakı nedeniyle mesafeli duruşundan taviz vermemeyi sanatkarca bulduğunu da itiraf etmek lazım. 

 

Gerçek bir komşuyla, üst katındaki tadilatı yapılan dişçi muayenesinin sahibinin eşi “hanımefendi” ile mektuplaşmaları oldukça önemli. Hanımefendi de aynı binada birkaç kat yukarıda oturmakta. Ancak, elden verilmeyen postane aracılığıyla gidip gelen mektuplarda Proust inceliğinden ödün vermese de inatla, ısrarla, bazen de alayla tadilat nedeniyle olan gürültünün tanımını, kendisinde yarattığı buhranı öyle şen şakrak işliyor ki şaşırırsınız. Üst Kat Komşusuna Mektuplar başlığıyla toplanan yirmi altı mektubun üçü de dişçi “beyefendi”ye yazılmış durumda. 

 

Çiçekler gönderiliyor, musiki üzerine konuşuluyor, yayımlanan yazılar tartışılıyor ama asıl mesele varsa da yoksa da üst kattaki gürültü.

 

Apartman, Marcel Proust’u bile çileden çıkartan bir işkence kutusu. Üstadın kitabını okurken atacağınız kahkahalar komşularınızda kalıcı hasar bırakabilir.

 

 


 

* Görsel: Onur Aşkın

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.