Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tehlikeli "sevgi" evreni



Toplam oy: 873
Öyküleri tek seferde okuyup bitiremiyoruz; metinler, "Şimdi dur, düşün," diyor. Peki Abdo, Seni Seviyorum. Çok,'ta neyi düşünmemizi istiyor?

“Bora Abdo’nun yazdıklarını neden seviyorsun?” gibi bir soruyla karşılaştım birkaç ay önce. Sorunun saçmalığını geçelim; zira Abdo metinlerini sevmek için herhangi bir neden arayacak değilim. Ne vakit çıkacağını kollamasam da, yeni kitapları beni buluyor bir şekilde. Anlatmaya çalıştığım, onları neden sevdiğimi değil de onlarda neyi sevdiğimi çok iyi biliyorum: Abdo’nun kurduğu ve herkese çekici gelmeyebilecek o evreni seviyorum. Bilmem, soruyu sorduğuna bin pişman olan arkadaşım aradığı yanıtı bulmuş mudur!

 

Abdo’nun yeni, “Pergel İkilemesi”nin ilk kitabı Seni Seviyorum. Çok,’la ilgili madde madde ilerlemek gerekirse; ilk madde, kitabın geçmişe seslenip geleceği yâd eden gerçeküstü durumu olabilir. Oradan bir kıssa, sonra bir hisse yakalamak da mümkün. Fakat mühim olan, hikayeyi kavramak, ardından geçmişle bugünü bir yerinden bağlayan ipuçlarını bulmak. İkinci madde, herhalde yolculuk olurdu. Bu, zamanda yapılan bir seyahat şeklinde de anlaşılabilir, bir akış olarak da. Karşılaşacağınız sürprizler baki. O yolculuğu biraz dallandırıp budaklandırabilir, Abdo’nun gittiği yolu izleyip zihnin içini dışına çıkararak kaybolabilirsiniz de... Biraz rüya biraz eserekli vaziyeti olabilir bu. Öleyazarken aniden hareketlenebilir, sapasağlamken terk-i diyar eyleyebilirsiniz. Abdo’nun öykülerinde, derlenip toparlanmayla beraber yapının bozulması da söz konusu. Böylece bir diğer madde gündeme geliyor; kayboluş. Zaman ve mekan yitiyor, her yanı boşluk kaplıyor. Yanlış anlaşılmasın, metinlerde hayli kuvvetli bir temel var, sadece bizi sürüklediği “yer” orası ve bu da Abdo’nun bir başarısı. Öbür taraftan da ölüler ve cellatlar yer değiştiriyor sanki. Zaten cellat dediğiniz lal olmuş, yaşayan bir ölü değil mi? Abdo, celladı metafora dönüştürdüğü gibi kurbanının gözünden de bakıyor. Cellat işini yaparken yalanlar, süreci hızlandırabiliyor. Biz de geriye baka baka ileriye doğru atılıyoruz. Celladın suskunluğu ve ölülerin sesleri bizi takip ediyor. 

 

Sonra ne gelecek?

 

 

Geliyoruz yeni bir maddeye: Pek çok şey farklılaşsa, zaman akıp gitse de insanların çektiği acıların can yakan tarafı öyle kolay değişmiyor. Abdo, bunları tek tek yakalayıp önümüze getiriyor. Yani her koşulda ve her yüzyılda insan bir şekilde tökezliyor, adı değişiyor ama düşüş üç aşağı beş yukarı aynı kalıyor. 

 

“Yayımcının Notu”ndaki gibi ufak bir çıkma yapalım: Bitmemişlik de bir başka madde olur bu kitapla ilgili. “Bir kez ölünmeyen İstanbul” gibi yazılıp köşeye koyul(a)mayan, sürekli yeni şeyler eklenen ya da eklenebilecek öykülerle yüz yüzeyiz. Bir kere ölemediğimiz gibi öyküleri tek seferde okuyup bitiremiyoruz; metinler, “Şimdi dur, düşün,” diyor. Peki Abdo, Seni Seviyorum. Çok,’ta neyi düşünmemizi istiyor? Burada adını koymayalım ama tehlikeli ve sakıncalı bir “sevgi” evrenini; yazar, bu evrenin göz önünde olmayan tarafında odaklanıyor. Öyküleri birbirine bağlayan da işte bu. 

 

Abdo, bizi yıkmaya mı uğraşıyor, yoksa ayağa kaldırmaya mı? Belki de ikisinin arasındaki kadim çatışmayı öyküleştiriyor. Abdo, hem kullandığı dille hem de kurduğu evrenle yine bizi çalıştırıyor ve bir kez daha “Sonra ne gelecek?” diye düşünmeye koyuluyoruz.

 

 


 

 

* Görsel: Servet Kesmen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.