“Bora Abdo’nun yazdıklarını neden seviyorsun?” gibi bir soruyla karşılaştım birkaç ay önce. Sorunun saçmalığını geçelim; zira Abdo metinlerini sevmek için herhangi bir neden arayacak değilim. Ne vakit çıkacağını kollamasam da, yeni kitapları beni buluyor bir şekilde. Anlatmaya çalıştığım, onları neden sevdiğimi değil de onlarda neyi sevdiğimi çok iyi biliyorum: Abdo’nun kurduğu ve herkese çekici gelmeyebilecek o evreni seviyorum. Bilmem, soruyu sorduğuna bin pişman olan arkadaşım aradığı yanıtı bulmuş mudur!
Abdo’nun yeni, “Pergel İkilemesi”nin ilk kitabı Seni Seviyorum. Çok,’la ilgili madde madde ilerlemek gerekirse; ilk madde, kitabın geçmişe seslenip geleceği yâd eden gerçeküstü durumu olabilir. Oradan bir kıssa, sonra bir hisse yakalamak da mümkün. Fakat mühim olan, hikayeyi kavramak, ardından geçmişle bugünü bir yerinden bağlayan ipuçlarını bulmak. İkinci madde, herhalde yolculuk olurdu. Bu, zamanda yapılan bir seyahat şeklinde de anlaşılabilir, bir akış olarak da. Karşılaşacağınız sürprizler baki. O yolculuğu biraz dallandırıp budaklandırabilir, Abdo’nun gittiği yolu izleyip zihnin içini dışına çıkararak kaybolabilirsiniz de... Biraz rüya biraz eserekli vaziyeti olabilir bu. Öleyazarken aniden hareketlenebilir, sapasağlamken terk-i diyar eyleyebilirsiniz. Abdo’nun öykülerinde, derlenip toparlanmayla beraber yapının bozulması da söz konusu. Böylece bir diğer madde gündeme geliyor; kayboluş. Zaman ve mekan yitiyor, her yanı boşluk kaplıyor. Yanlış anlaşılmasın, metinlerde hayli kuvvetli bir temel var, sadece bizi sürüklediği “yer” orası ve bu da Abdo’nun bir başarısı. Öbür taraftan da ölüler ve cellatlar yer değiştiriyor sanki. Zaten cellat dediğiniz lal olmuş, yaşayan bir ölü değil mi? Abdo, celladı metafora dönüştürdüğü gibi kurbanının gözünden de bakıyor. Cellat işini yaparken yalanlar, süreci hızlandırabiliyor. Biz de geriye baka baka ileriye doğru atılıyoruz. Celladın suskunluğu ve ölülerin sesleri bizi takip ediyor.
Sonra ne gelecek?
Geliyoruz yeni bir maddeye: Pek çok şey farklılaşsa, zaman akıp gitse de insanların çektiği acıların can yakan tarafı öyle kolay değişmiyor. Abdo, bunları tek tek yakalayıp önümüze getiriyor. Yani her koşulda ve her yüzyılda insan bir şekilde tökezliyor, adı değişiyor ama düşüş üç aşağı beş yukarı aynı kalıyor.
“Yayımcının Notu”ndaki gibi ufak bir çıkma yapalım: Bitmemişlik de bir başka madde olur bu kitapla ilgili. “Bir kez ölünmeyen İstanbul” gibi yazılıp köşeye koyul(a)mayan, sürekli yeni şeyler eklenen ya da eklenebilecek öykülerle yüz yüzeyiz. Bir kere ölemediğimiz gibi öyküleri tek seferde okuyup bitiremiyoruz; metinler, “Şimdi dur, düşün,” diyor. Peki Abdo, Seni Seviyorum. Çok,’ta neyi düşünmemizi istiyor? Burada adını koymayalım ama tehlikeli ve sakıncalı bir “sevgi” evrenini; yazar, bu evrenin göz önünde olmayan tarafında odaklanıyor. Öyküleri birbirine bağlayan da işte bu.
Abdo, bizi yıkmaya mı uğraşıyor, yoksa ayağa kaldırmaya mı? Belki de ikisinin arasındaki kadim çatışmayı öyküleştiriyor. Abdo, hem kullandığı dille hem de kurduğu evrenle yine bizi çalıştırıyor ve bir kez daha “Sonra ne gelecek?” diye düşünmeye koyuluyoruz.
* Görsel: Servet Kesmen
Yeni yorum gönder