Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Teknolojisiz Bir Yaşam



Toplam oy: 160
Bir TV platformu tarafından yayınlanan The Social Dilemma adlı belgesel hayli konuşuldu. Sosyal medyanın kötü yönlerine odaklanan belgeseli sosyal medyadan övmenin ironik olduğundan bahsederek övdü insanlar, biraz da çekinerek.

Teknoloji hayatımıza sirayet ettikçe, ondan kaçış yollarına dair anlatılara, bilimin kötü yönlerine odaklanan hikâyelere daha sık rastlar olduk; hem filmlerde hem kitaplarda. Bu ay, Netflix tarafından yayınlanan The Social Dilemma adlı belgesel hayli konuşuldu. Sosyal medyanın kötü yönlerine odaklanan belgeseli sosyal medyadan övmenin ironik olduğundan bahsederek övdü insanlar, biraz da çekinerek. Primitive Technology adlı, kaba tabirle teknolojik araç gereç olmadan yabanda yaşayan bir adam kurmacasını anlatan kanalın 10 milyondan fazla abonesi var, toplam izlenmesiyse bir milyara yakın. Teknolojiden herkes şikâyetçi, ama bununla ilgili harekete geçen çok az sayıda insan var.

 

Biraz tartışmalı bir konu aslında, belgeselin de dediği gibi, bir dilemmadan bahsediyoruz. Herkes Black Mirror övüyor, sosyal medyanın zararları hususunda herkes aynı fikirde – tüm bunlarda, Lincoln’a mal edilen o sözü hatırlamamak mümkün değil. Arabaların modern hayatta yeni yeni yer etmeye başladığı dönemde, Lincoln arabaların atların yerini hayatta alamayacağını belirtmiş. İnternete karşı durmanın bir anlamda değirmenlere karşı durmaktan farksız olduğu bir dönemde, tüm bu uzak durma çabalarını tutuculuk olarak görmek de mümkün. Demem o ki, teknoloji zararlı diyen kimsenin cesaret edemediği bir şeyin altına elini koymak yazar Mark Boyle’a düşmüş. Bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyor Boyle ve Eve Giden Yol kitabında, teknolojisiz hayata dair deneyimlerini aktarıyor bizlere. Hem de bu yaşam tarzı sadece sosyal medyayı bırakmak gibi kimine göre basit bir deneyimden ibaret değil; Boyle, tüm teknolojik nimetlerden elini ayağını çekiyor, İrlanda’da bir köyde kendi kulübesini inşa ediyor ve tarımla uğraşmaya başlıyor.

Sosyal ikilem
Netflix belgeseli The Social Dilemma’dan bahsetmiştik. Yazar Afşin Kum, belgeselle ilgili şöyle bir tweet atmış: “Bu filmi Twitter’dan tavsiye etmek biraz oksimoron gibi olacak ama herkesin Netflix belgeseli The Social Dilemma’ya bir göz atmasında fayda var.” Oksimoron gibi olacak… Evet, sosyal medyayı sosyal medyada kötülemek, bariz bir oksimoron. Afşin Kum gibi, Mark Boyle da bunun farkında. Sosyal medyayı bırakma deneyimini şöyle aktarıyor: “Birçok arkadaşım [sosyal medyayı] tamamen bırakmak yerine görüşlerimi sistemin kendi silahıyla dile getirmemi tavsiye etti. Ama kendi kullandığın şey için ancak bir noktaya kadar eleştirel olabilirsin. Bir şeyin kötü olduğunu söylemenin en iyi yolu ondan feragat etmektir.” Bu görüşünü biraz radikal bir yere taşıyor Boyle ve her şeyden vazgeçiyor; öyle ki tüm kitabı kâğıt ve kalemle yazıp sonra dizgiye gönderiyor. Kitap içinde kendi mürekkebini yaratma çabası da var, kendi avını yakalama yeteneğini, balıkçılık ve tarımını geliştirmesi de.
Çağdaş bir Robinson Crusoe
Boyle’ın kitabını okurken –kitabın kimi bölümlerinde, Boyle’ın e-postasını son kez kontrol etmesi değil fakat balık tutmak, eski bir fıçıdan fırın yaratmak gibi gittikçe ilkelleşen bölümlerinde– akla Robinson Crusoe’nun gelmemesi biraz zor. Robinson, gemisi büyük bir kaza geçirdikten ve tüm tayfa öldükten ve kendini bir adada bulduktan sonra, bir medeniyet inşasına girişmiş ve her şeyi sıfırdan kurmaya çalışmıştı. Medeniyetin olmadığı bu yerde dahi saatlerin kendisine yetmediğini görürüz Crusoe’da; Boyle da kimi zaman bundan mustarip. Fakat, en azından internetsiz hiçbir işini göremeyen ya da “o mecrada” olmayı seven benim gibi, aslında biraz daha internetin içine doğan kuşak için, Boyle’ın bu girişiminin sebebi bir miktar havada kalabiliyor. İnsan arada bir durup Boyle’ın neden böyle bir zahmete girdiğini anlamaya çalışmıyor değil. Otantik bir havası var tabii, tarımla uğraşmanın, avlanmanın ya da en basitinden güneşin doğuşuna ve batışına şahit olabilme özgürlüğünün çekiciliği bir miktar merak uyandırıyor, yine de kitabı okurken içten içe bu motivasyonla empati kuramayabiliyorsunuz. Boyle’ın deneyimini, aylar boyu olmasa da iki-üç hafta yaşamak, herkese iyi gelebilir. Bu hikâyeyi merak edenler, kitabın yanı sıra, yazarın Ted konuşmasını da YouTube’ta bulabilirler. Buyurun, size bir oksimoron daha…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.