Beden; ruhun kaportası! Kimine göre de ev sahibi. Ve gün gelir, beden atlar aşağıya o pencereden (Ya da itilir ruh tarafından aşağıya). Tıpkı Anne Sexton’ın ölüme atlaması gibi. “Ama intiharın özel bir dili var. Marangozlar gibi; onlar hangi aletin iyi çalıştığını bilmek isterler. Neden yaptıklarını hiç sormazlar,” der Sexton, Ölmeyi İstemek adlı şiirinde.
Kuşkusuz yaşlanmadan ölmek arzusu da vardır bu düşüncede. Anne Sexton vücudundaki herhangi bir organın iflas etmesine, yani yaşlanmasına izin vermez ama ruhunun iflas etmesi hiç de zor değildir. Çünkü “birisi birisini öptüğünde ya da sifonu çektiğinde, bir topun içinde oturan ve ağlayan” onun diğer yarısıdır. İçindeki asıl ben ve görünen ben farklıdır. Ve tüm insanlar için geçerlidir bu. Yani taktığımız maskeler. Deri ve beden o nedenle şiirlerinde çokça geçer, deri ya da beden bir kılıftır. Oysa o kılıfı yırtıp çıkmak ister. Derisiz kalmak, çıplak kalmak aynı zamanda ölüm isteğini de her seferinde vurgulamasına işaret eder. Tüm yalınlığıyla gerçeği kucaklamak ya da arınmak da diyebiliriz buna. Kendi adına istediği arınma, aynı zamanda insanlığın da tümden arınması dileğidir.
Örneğin Auschwitz’den Sonra adlı şiirinde “ her gün, her nazi /sabah saat sekizde bir bebek aldı/ onu kahvaltı için soteledi/ kızartma tavasında/…. İnsan kötüdür/ yanması gereken bir çiçektir insan/ yüksek sesle söylerim. / İnsan, çamurla dolu bir kuştur/… Küçük pembe ayaklarıyla, sihirli parmaklarıyla/ bir tapınak değil, ama umumi bir helâdır insan/ yüksek sesle söylerim…”
Ölmek; arınmak ve tüm kötülüklerden, kendi kaosundan kurtulmanın yoludur. Aynı zamanda korkularının da sonudur. Ölünce, ölmekle ilgili korkuları da geçecektir. Hatta bu korkusunu yenmek için şiirlerinin bir kısmında bir tabut yaptırıp içine girer, ölümün provasını önceden kurgular Sexton ve hesaplaşır Tanrı’yla Ölü Kral şiirinde. “Mavi yüzlü Tanrı’yı, zorbalığını ve mutlak krallığını ortaya çıkaracağım” der. Çünkü öldüğünde tüm korkuları bitecek, bir anlamda da Tanrı’yla eşitlenmiş olacaktır. (Zaten kendini Tanrı’nın yerine koyma tavrı çokça rastlanır şiirlerinde; mesela İç Savaş adlı şiirinde.) Çünkü Tanrı’nın da derisiz, bedensiz olduğunu düşünür. Kendisinin de öldükten sonra bir bedeni, şekli olmayacaktır. Ama Tanrı, aynı insan gibi bir beden içinde olmayı arzular. Mesela; Yeryüzü adlı şiirinde şöyle der Sexton: “O hepsinden çok bedenleri kıskanır /bedeni olmayan Tanrı… ruhu çok fazla kıskanmaz/ tümüyle ruhtur zaten/ bir beden içinde barınmak ister/ aşağıya in ve yeryüzüne bir yıkanma armağan et/ şimdi ve sonra.”
Mavi önemli bir imgedir Anne Sexton’un şiirlerinde. Tanrı’nın yüzü mavidir, annesin gözleri, kendi gözleri ve bazı mağaraların duvarları… Mavi hem bilgeliği, hem de özgürlüğü simgeler. Yalnızlık, hüzün ve sonsuzluğu da ifade eder. Ancak annesinin gözlerinin mavisi yıkımdır. Mavi renk psikolojide iştah kapatıcı bir renk olarak da geçer. Şiirlerinde ağız imgesinin sıklıkla geçmesi de mavi renkle ilişkilendirilebilir. Evet, bazı şiirlerinde mağara duvarları mavidir ama bazen de ağız gibi karanlıktır. Ağzın mağaraya benzetilmesi, ağzın karanlık olması, doygunluk hissiyle alakalıdır. Hayata karşı iştahının kapalı olması, bebekken annesinin sütüyle kurduğu ilişki ya da anne sevgisi eksikliği; hepsi annesinin gözlerinin renginde kayboluyor olmalı.
Salt annesiyle değil, babasıyla da problemler yaşar. Derisinin Yosunu adlı şiirde: “Annenin gözlerinde batmak ve konuşmamak. Kara oda aldı bizi/ bir mağara ya da bir ağız gibi/ ya da kapalı bir karın gibi /soluğumu tuttum, baba oradaydı, başparmakları, iri kafatası, dişleri /bir tarla ya da şal gibi büyüyen saçları/ Derisinin yosununun yanına uzandım, yabancılaşana dek.” der Sexton. Bu şiirin girişinde eski Arabistan’da kızların canlı canlı babalarının yanına, kabilelerin tanrıçalarına adak olarak gömülmesine bir gönderme yapar. Sexton da hayata kurban edilmiştir babası tarafından. Ve her şeye yabancılaşmıştır ta en başından. O nedenle şiirinde geçen kilit imgesi, kapıların açılmasından çok, gözlerin açılması ve görmekle ilgilidir.
Dolayısıyla çocukluktan kalma bu travmada, ileriki yaşamında depresif bir ruh haline ve alkolizme giden yolda ailesinin izi olmalı ki, onlardan hep düşmanca söz eder. Özellikle babasının onu taciz etmesi, annesinin ilgisizliği, sonrasında evliliğinde yaşadığı mutsuzluk ve doğumlardan sonra artan depresyon, şiirlerindeki o yoğun öfkenin ya da intihar teşebbüslerinin nedenlerine belli bir oranda açıklık getirebilir.
Ancak ailesinin “Başkaların güller gördüğü yerde Anne kan pıhtıları gördü” diye bir savunma yatığını öğreniriz Kilitli Kapılar’ın önsözünden.
Doğru mudur bilemem: “Ama çok fazla hisseder yazan bir kadın./ Bu kendinden geçişleri ve kehanetleri… Bir yazar özellikle bir casustur, sevgili aşk, ben o kızım.”
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder