Modernizmle ilişkisi dışsal olanların, kendi dinamikleriyle yolları çakışmayanların ya da geç çakışanların onunla olan macerası da kaçınılmaz olarak çalkantılıdır. 21. yüzyılın ilk çeyreğinin ortasında hâlâ her biri diğerinden farklı kavramlar olan modernizm, modernite ve modernleşmeyi birbirine karıştıran entelektüellerin olduğu bir düşünsel iklimde yaşıyor olmamız da bunu kanıtlamaz mı?
Batı’nın dünyayı etkisine alacak olan düşünsel hegemonyasının dalgaları bu coğrafyanın kıyılarını dövmeye başladığı zaman bizim çok can alıcı bir derdimiz vardı: Vatanı, imparatorluğu kurtarmak! Sonra epeyce küçülmüş olsa da vatanı kurtardık ve tepeden inme bir kararla yüzümüzü Batı’ya dönmeye karar verdik. Ama öylesine büyük tarihsel travmaların etkisi medeniyetler kavşağında yer alan bir coğrafyada öyle çabuk ve kolay atlatılamazdı. Vatanı kurtarma maceramız ivmesini kaybetmeden devam etmekte, adeta her kanattan Türk entelektüelinin gayri ihtiyari kullandığı bir bilişsel süzgeç işlevi görmekteydi.
Anglosakson dünyasının modernizm konusuna dahil olması resim ve mimari aracılığıyla gerçekleşir.
Türkiye’de “modern” ile başlayan tüm kavramların macerasının Doğu-Batı sorunsalının doğuşunda yattığını söylemek pek yanlış olmaz sanırım. Modern, bu düşünsel iklimde hem bir aşağılık kompleksine hem de kimileri için bir düşünsel ve pratik nihai ufka tekabül eder; adeta Tarihin sonudur... Modernlikle ilişkimiz o kadar gecikmiş, kompleks ve sorunludur ki, okumuş yazmış aydınlar kitlesi içinde bile Meschonnic’in, “modernizm iyileştirilmesi gereken bir hastalıktır,” saptaması henüz duyulmamış, tartışmanın bu kıyısının varlığından, Aydınlanma ve Akıl eleştirisinden bile haberdar olamamışızdır. Bunun temelinde yukarıda işaret ettiğimiz kavram kargaşasının, modernist eserlerle kurulan ilişkilerin tesadüfiliğinin ve elbette felsefi temellerimizin aşırı zayıflığının bulunduğu aşikardır.
20. yüzyılda uzun bir süre boyunca Türk aydınının modernizmle ilişkisi dil bilen, Avrupa görebilen ya da Avrupa ile yakın temasta olabilen dar bir zümre ile sınırlı olmuştur. Konunun daha geniş bir çevrenin de bilgisine sunulacak biçimde, temel metinlerinin tek tük, tesadüfen de olsa ortaya çıkması için 1960 ve 70’li yılları bekleyecektik. Enis Batur Modernizmin Serüveni’nin önsözünde bu süreci şöyle özetler: “Türk yazarı, şairi, düşünürü gerçeküstücülükle yarım yüzyılı aşkın bir süredir ilgilenmiş, ondan etkilenip doğrudan doğruya yapıtlarına cevher aktarmıştır: Orhan Veli’den Perçemli Sokak’a, Selahattin Hilav’dan Cemal Süreya’ya pek çok kilit insan ve yapıtta açık ilişki ya da dolaylı izler göze çarpar da, akımın vazgeçilmesi düşünülemeyecek ana metinlerinin ezici çoğunluğu dilimize aktarılmamıştır.” Bu çalkantılı, kaotik ve adeta bilinçsiz gidişat, 90’larda henüz modernizmle yeterince tanışmamış bir düşünsel iklimin -zamanın ruhu küreselleşmenin etkisiyle- postmodernizmle hemhal olmak zorunda kalması sonucunu doğuracak, adeta modernizmi postmodernizm dolayımı ile öğrenmek durumunda kalacaktık. Aslında hep öyle olmamış mıdır? Ne diyor Enis Batur: “Biz varoluşçuluğu Varlık ve Hiçlik’i, fenomenolojiyi Husserl’i, psikolojiyi Jung’u çevirmeden tartıştık ve ‘atlattık’! Modernizmin Serüveni’ni bir toplu yayın tasarısına dönüştüren, işte, konu etrafındaki yoksulluğu bir ölçüde olsun kırmak ve kimi olmazsa olmaz metinleri yüzbinlerce sayfadan oluşan bir toplamdan süzerek ve seçerek yan yana getirmek isteği oldu.”
Yeni bir kitap olmayan (ilk baskısı 1999, YKY) ama her zaman baskısının bulunması gerektiği halde bulunmayan, düşün ve sanat âlemi için en temel Türkçe referanslardan birisi olan Modernizmin Serüveni’nin kendi serüveni de bu konuda bir şeyler söyler bize. Modernizm ve modernlikle yeterince hemhal olmuş bir iklimde böylesi bir çalışmanın çok zaman önce akademiden hem de birden çok versiyonuyla çıkmış olması beklenirdi. Oysa biz böyle bir temel referans kitabına, Batur’un bir kişisel projesinin dönüşmesi vesilesiyle ancak yeni binyılın eşiğinde kavuşabilmiştik. Kültür hayatımızın belki de en büyük aysbergi olan Batur’a bu proje için ne kadar teşekkür etsek az. Modernizmin Serüveni gibi bir kitabın, ülkenin konusundaki tek derlemesinin baskısının -yakın zamana kadar- bulunmaması bile kendi başına “modern”li kavramlarla olan maceramızın sarsaklığını özetler gibidir adeta.
Modernizmin ana rahmi
Modernizmin Serüveni, edebiyattan resme, resimden müziğe, oradan sinema ve mimariye, modernizmin onlarca temel metninin toplandığı bir referans kitabı. Calvino ile başlayıp Baudelaire, Benjamin, Borges, İtalyan Fütüristleri, Rus modernizmi ve Fütüristler, Dışavurumculuk, Dada ve Gerçeküstücülük, Modern ile Postmodern arası mimarlık olarak devam ediyor. Çevirilerin tamamı özenli, kimi görsel malzemelerle de desteklenmiş. Tüm referans kitaplarında olduğu gibi baştan sona düz bir biçimde okunması gerekmeyen, parça parça -ihtiyaç duyuldukça- başvurulacak 600 sayfaya yaklaşan hacimde bir kaynak. Sanat ve kültür ile popüler olanın ötesinde bir ilişki kuran herkesin elinin altında olması gerekiyor. Sadece sanat ve kültür de değil, bu derlemedeki metinlerin felsefi ve siyasi yönelimleri de söz konusu elbette. Mesela Herbert Read’in “Devrimci Sanat Nedir?”i, Aleksandr Blok’un “Aydınlar ve Devrim”i gibi metinler de yer buluyor kitapta. “İçindekiler” bölümüne şöyle bir bakış da Modernizm ve Rusya uzantısı ile birlikte Kıta Avrupası’nın konuyla ilgili ağırlığını, ilintisini, ana rahmi niteliğini sergiliyor. Anglosakson dünyasının konuya dahil olması resim ve mimari aracılığıyla gerçekleşiyor. Bu çerçevede besin kaynaklarını Kıta Avrupa felsefesinde bulan bir insanlık birikimi. Şimdiye kadar edinmediyseniz kütüphanenizin temeli eksik demektir; üstelik burası Türkiye, bakarsınız ihtiyaç duyduğunuzda bulamazsınız, hemen edinmekte sonsuz fayda var. Benim gibi roman hastasıysanız, derlemenin ilk metni olan Calvino’nun o olağanüstü güzel analizi “Klasikler Neden Okunmalı?” da size nefis bir hoşgeldin diyecek, hele de yaşınız ilerlemişse, klasikleri yeniden okuma zamanının geldiğini hatırlatacaktır.
* Görsel: Mete Kaplan Eker
Yeni yorum gönder