Nietzsche Ağladığında’da, ruhsal olanlar dahil, tüm acılarına çare bulacağı vaadiyle onu tedaviye ikna etmek için çırpınan Josef Breuer’e şöyle diyordu Nietzsche: “Eğer ben, sizin deyişinizle, büyük biri olacaksam, o zaman siz benim yaratıcım, benim kurtarıcım olarak daha büyük biri olacaksınız. (...) Benim için duyduğunuz acı, iyilikseverliğiniz, duygularımı paylaşmanız, bana yardım ederken kullanacağınız teknik, beni yönetmeniz... Bütün bunlar kendi gücüm pahasına size güç vermem demek. Bu yardımı kabul edebilecek kadar varlıklı değilim!” Terapideki güç ve ego dengelerine ilişkin bu son derece mühim nokta, Nietzsche Ağladığında’yı yazan ve ilerlemiş yaşına rağmen halen San Francisco’da terapist sıfatıyla hasta gören Irvin Yalom’un temel meselelerinden biri. Yazarın Günübirlik Hayatlar adıyla derlediği gerçek psikoterapi öykülerini, bu bağlamda, Nietzsche Ağladığında’nın gerçek hayattaki izdüşümü olarak görebiliriz.
Örneğin, “Buruk Tedavi” adlı ilk öyküde tanıştığımız Paul Andrews, Yalom’dan yalnızca tek bir seans talep ediyor. Terapinin kontrolünü ele alarak, ondan Prof. Clalude Mueller ile neredeyse bir kitap kalınlığına ulaşmış yazışmalarını okumasını istiyor. Yalom’a aralarındaki ilişkiyi nasıl gördüğünü anlattırdıktan sonra da, “Bana son derece yardımcı oldunuz; teşekkür ederim,” diyerek konuşulması gerekenlerin bittiğini belli ediyor. Üstelik Yalom, nasıl yardımcı olduğunu anlamanın kendi açısından ne kadar önemli olduğunu söylediğinde bile geri adım atmıyor; “Sizi bu soruyla baş başa bıraktığım için üzgünüm ama maalesef süremiz doldu,” yanıtını veriyor. Sadece bunda değil, kitaptaki diğer öykülerde de, Yalom ölüm korkusuyla baş etmek, hayatı değerli ve anlamlı kılmak için yollar gösterirken, diğer yandan da bir terapist olarak egosunun zamanla nasıl törpülendiğini paylaşıyor bizimle. Terapist koltuğunda geçen uzun yılların ardından vardığı noktayı ise “Teşekkürler Molly” adlı öyküde şu şekilde ifade ediyor: “Şimdi belirsizliğin karşısında titremiyor, her şeyin belirli olduğunu varsaymanın kibirden ibaret olduğunu görebiliyorum. Şu an emin olduğum tek bir şey varsa, o da içten ve sıcak bir ortam yaratabildiğimde, hastalarımın, ihtiyaç duydukları yardıma, çoğu zaman tahmin bile edemeyeceğim müthiş yollardan erişeceğidir.”
Fakat bir terapist olarak egosu en büyük dönüşümü, çok uzun zamandır tanıdığı hastası Astrid’in cenaze töreninde geçiriyor. “Hiç Değilse Çocukların İçin Toparlan” adlı bu öykü, Astrid’in yakınlarının onunla geçirdikleri güzel günleri anlattıkları sahneyle açılıyor. Sahne tamamlandığında, Yalom kendisini şunları düşünürken buluyor: “Tüm bu organizasyon boyunca duygularım konusunda kararsız kalmıştım. İlk başta konuşmacılar Astrid’le olan özel ilişkilerini ve anılarını paylaşırken onun yaşamında çok özel bir yerim olduğunu bilerek şişinmiştim. Ne de olsa her şeyin iç yüzünü bilen, gerçek Astrid’i tanıyan tek kişi ben değil miydim? Ama saatler ilerledikçe ve mikrofonu eline alan yakınlarını birer birer dinledikçe tereddüde düşmüştüm. Belki de sandığım kadar ayrıcalıklı bir yerim yoktu. (...) Korkularını, arzularını, en gizli düşüncelerini, fantezilerini ve rüyalarını dinlemiştim. Peki tüm bunlar, onu gülümseten şeylerden daha mı gerçekti?”
Açıklama illeti
İnsan böyle bir kitabı okuyup bitirdikten sonra, kaçınılmaz olarak kendi derinliklerine de yöneliyor, zihninden geçip duran her düşüncenin kaynağına ulaşmaya çabalıyor. Mesela ben neden başkalarının değil de, kitaptaki bu noktanın üzerinde durdum? Ya da neden kitaptaki bazı öyküleri (“Arabesk”, “Geçmişi Kabullenmek İçin Ümidini Yitirmelisin”) diğerlerinden daha çok “sevdim”, bu öykülerdeki karakterlerle özdeşleştiğim için mi ya da kendimi bu öykülerle yatıştırdığımdan mı? Bu sorular da, diğer her şey gibi, bir terapi esnasında ele alınabilir pekala. Bu noktada, bir kez daha Paul Andrews’a kulak verirsek, belki de açıklama illetinden sakınmadığımız müddetçe, bazı şeyleri neden bazı şekillerde açıkladığımız sorusu da gündemde kalacak. Çünkü “açıklama, bir yanılsamadır; bir serap, bir kurgu, teskin eden bir ninnidir. Ödleklerin, varoluşun rizikosunun, fütursuzluğunun ve değişkenliğinin yarattığı, o insanın betini benzini attıran korkuya karşı geliştirdikleri bir savunmadır.” Ve hangi açıklamayı bulursak bulalım ne hayatı ne de insanı çözmenin rahatlığıyla arkamıza yaslanamayacağız.
* Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder