Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ters köşeye yatıran masallar



Toplam oy: 1256
Anonim
Can Çocuk Yayınları

Anneannesinin Ermeni olduğu gerçeğini yıllar sonra öğrenen avukat Fethiye Çetin, bu gerçek yaşam öyküsü üzerine kurduğu anlatısı Anneannem’de, anneannesi Seher’in –asıl adıyla Heranuş’un- torunlarına anlattığı bir Ermeni masalını aktarır. Çocukluğunda sürekli tekrarlanan bu masal, Pizez Bacı’nın masalıdır ve Çetin’in düştüğü nota göre Ermenice bir kelime olan Pizez, kın kanatlı sinek cinsleri için kullanılır.

Fethiye Çetin’e ait bu anıyı okuduğumda, Ermeni olduğunu cümle alemden saklamak zorunda olan anneannenin kendi kültüründen izleri nasıl sakladığını ve bunları ister istemez torunlarna da taşıdığını acıyla düşünmüştüm. Tam da saklı, gizli kalması sebebiyle masallarına sahip çıkmış, kendi anlatılarına, kendi ufak tefek geleneklerine, deyişlerine bir yerinden tutunmuşlardı. Belki de ezildikleri, oradan oraya savruldukları, yersiz yurtsuz ve dilsiz bırakıldıkları için belleklerine sahip çıkmaya, masallarla avunmaya ve avutmaya daha fazla ihtiyaç duymuşlardı. Oysa ben çocukluğumda bana anlatılanlar arasında, bize ait sayılabilecek bir iki yarım yamalak keloğlan masalının yanında Andersen masallarından ötesini çok da hatırlamıyordum.

 

Fethiye Çetin’in çocukluk masalı Pizez Bacı’dan sonra Can Çocuk tarafından hazırlanan Ermeni Masalları kitabı, bu düşüncelerin bir kere daha kafamdan geçmesine sebep oldu. Anadolu’nun bir mozaik olduğu, Kürt, Laz ya da Ermeni’yle ortak bir kültüre sahip olduğumuz yalanı tekrarlanıp duruyordu da ne diye onların diline, sözüne geleneğine yasaklar konuyordu. Çocukluğumdan hatırladığım herhangi bir Anadolu masalı, Ermeni masalı ya da Kürt söylencesi yani bu topraklara, bu coğrafyaya özgü masallar, anlatılar yok. Belki onlara yasaklar getirilirken, gerçekten anlatıların pek çoğunda ortaklıklar olması, kültürdaşlık olması nedeniyle biz masallarımızı toptan reddettik, unuttuk. Bu nedenle çocukluğumda erişemediğim halk masallarına, çocukluktan çıkıp da bunlara bir yerlerde rastladıkça sokulmak istedim. Ermeni Masalları kitabı hem bu nedenle hem de birilerinin bu masallara sahip çıkmasının sevinciyle ilgimi çekti. Masalları okudukça bize çocukken anlatılan Nasreddin Hoca hikayeleriyle –ki bunlar da aslında bize değiştirilerek sunulmuştu- ve başka yerlerde, başka geleneklere özgü masallarla benzeşmekte olduklarını gördüm. Sözgelimi, “Başkasının Malı” başlıklı masalın Nasreddin Hoca’nın “kazan öldü/doğurdu” fıkrasıyla yakındı/benzerdi. Komşusuna baltasını emanet eden fakir adamın, komşusu tarafından “baltanı kedi yedi” açıklamasıyla kandırılması ve adamın baltasını geri alamaması Nasreddin Hoca’nın kazan öldü açıklamasıyla kazanı vermemesini çağrıştırıyordu. Aynı şekilde başına gelen felaket yüzünden bir şatoda mahsur kalan ancak burada yedi yıl sabırla yaralı bir delikanlının başucunda beklemesine rağmen cadının entrikaları yüzünden haksızlığa uğrayan kızı anlatan masalın daha uzun ve çetrefilli bir versiyonu, yakın zaman önce basılan, Dersim 38 üzerine kurulmuş Gece Kelebeği romanında da anlatılıyordu. Bu coğrafyadan beslendiği/yaşadığı öne sürülen insanların anlattıklarının, inandıklarının benzer olması da şaşırtıcı değil aslında.

 

Feyza Zaim tarafından hazırlanan kitabın başına bu masalların, önemli bir Ermeni cemaatinin yaşadığı Muş vilayetinde, Sahag Movsisyan tarafından 20. yüzyılın başlarında derlendiği not düşülmüş. Hayal gücünü sınırlamayan, sade karakalem resimlerin eşlik ettiği bu masalların yalnızca çocuklara değil büyüklere de hitap ettiğini söylemeye gerek yok. Çocuklara kıssadan hissesini incelikle veren bu masallar büyüklere anlatıldığında da aynı inceliği koruyabiliyor. “Kör Talih” adlı masalsa bunu oldukça güzel örnekliyor. Bu masalda bereket tanrısı Demeter tarafından korunup kollandığı için bolluk içinde yaşamaya başlayan bir adamın ailesi anlatılıyor. Bu bolluk sayesinde evlerinde sıkıntı çekmeden yaşayan aile için geriye tek bir dert kalıyor ki o da oğullarının evlilikleri. Çünkü babaları evlenme çağına gelen büyük oğlanın evleneceği, yabancı aileden gelen kızın bu evin alışkanlıklarına uymamasından ve evdeki huzuru bozma ihtimalinden ötürü kaygılanıyor. Ancak sonunda bir kız bulup oğlanı evlendiriyorlar. Yeni gelinin iyi huyları adamın içini rahatlatıyor ve kız evin düzenine hemen alışıyor. Ancak bu huzur fazla uzun sürmüyor. Çünkü bir sabah evin hanımı kilerdeki erzağın bir kısmının eksilmiş, bir kısmının bitmiş olduğunu görüyor. Bunun bir hırsızın işi olmadığını anlıyor ama ne olabileceğine anlam veremiyorlar. Sonunda adam, evin dışındaki ayak izlerini takip ederek bu işi yapanı yakalıyor ve bu insandan farklı varlığın bir canavar olduğunu düşünüp ona kimin nesi olduğunu sorduğunda karşısındaki varlık, “ben evinin talihiyim” diye cevap veriyor. Bakın Talih’in sözlerinin bundan sonrası masalda şöyle anlatılıyor: “ Seni terk ediyorum, çünkü gelinin senden habersiz un aşırıp, ailesine gönderdi. Bu durum kızdırdı beni; çünkü sen gelinin derdine kayıtsız kaldın. Kendisi varlık içinde yaşarken ailesinin yoksulluğunu içine sindiremiyordu. Sorsaydın, söylerdi. Unu senden izinsiz almazdı. Evini terk ediyorum gidip başkalarına sunacağım fırsatlarımı.”

 

Bu masal, kahramanını da okuyanı da ters köşeye yatırması açısından manidar. Bizler tam da adamın gelinini suçlamaya, eve gelen “yabancı”ya güvenmemeye hazırken, masaldaki Talih, bizleri de masalın kahramanı adamı da utandırıyor. Böylece, karşımızdakinden “yabancı” diye şüphe etmek, ona tedirginlikle yaklaşmak yerine, incelikle onun derdini sormak, anlamak, almak gerektiği hem küçüklere hem de büyüklere bir masal içinde, didaktik mesajlarla süslenmeden ustaca sezdiriliyor.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.