Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tersine akan bir nehir



Toplam oy: 807
Paulo Coelho // Çev. Emrah İmre
Can Yayınları
Paulo Coelho'nun son romanı Casus, Mata Hari'yi mağdur bir kadın olarak değil, ödemesi istenen bedeli korkmadan ödemiş, cesur biri olarak hatırlamamız için yazılmış bir roman.

“Dans edeceğim. Her bir notayı hatırlayacak, bedenimi ritme uyarak hareket ettireceğim; çünkü kendime kim olduğumu hatırlatmanın en iyi yolu bu; özgür bir kadınım ben!” (s. 88)

Paulo Coelho'nun son romanı Casus, Mata Hari'yi mağdur bir kadın olarak değil, ödemesi istenen bedeli korkmadan ödemiş, cesur biri olarak hatırlamamız için yazılmış bir roman. Her ne kadar kitabın adı farklı bir içerik vaat etse de, yazara göre Mata Hari casusluk yüzünden değil, sayısız geleneğe baş kaldırması, özgür bir kadın olması yüzünden cezalandırılmıştır; işlediği suçlar içinde en büyüğü, erkek egemen bir dünyada özgür ve bağımsız bir kadın olmaktır. Burada özgürlük ve bağımsızlık kavramları ancak “neyden” sorusuyla anlam kazanıyor. Mata Hari'nin yaşamöyküsü, kadın hakkında her şeyden önce şunu söylüyor: O hiçbir erkeğin sahip olmadığı ve olamayacağı, erkeksiz bir kadındır.

Genç yaşından itibaren, erkeklerin iktidar tutkusunun, bilgiçlik taslama düşkünlüklerinin, kadınlara aşağılama eğilimlerinin farkındadır. Ona göre erkekler, bir şeylere açıklama getirmeden duramazlar. Sorunsuz bir ilişki için gereken, karşınızdaki beyefendinin anlattıklarına kulak asmadan kafa sallamayı öğrenmektir. Ardından şunu fark eder, erkekler kadınlara yardım ettiklerini hissedince savunmasız hale gelirler. Dolayısıyla, hepsinin karşısında zayıfı, mağduru, fakiri oynar. Bu açıdan yaklaşıldığında kadının pek de dürüst bir hayat sürdüğünü söylemek mümkün değil. Zaten neticede başının casusluk suçlamasıyla derde girmesine de bu zıtlaşmayan, alttan alan, herkesi aynı anda kolayca parmağında oynatacağını düşünen, tecrübeli metres personası neden olmuş olmalı.

Paris'te Belle Époque



“Sahnedeyken benliğimi unutuveriyor, her şeyimi Tanrı’ya sunuyordum. Böylesine kolay soyunmam bu sayedeydi; çünkü ben, o anda, bir hiçtim; bedenim bir hiçti; kâinatla eşgüdümlü bir hareketler bütünüydüm yalnızca.” (s. 56)

Romanın ana sahnesi olan Paris'in yüzyıl dönümündeki entelektüel ve sanat ortamı, diğer bütün Belle Époque (fin de siècle)  incelemelerinde gördüğümüz gibi müthiş bir cazibe merkezidir. Bütün yenilikler bu sahnede sergilenir; Picasso, Modigliani, Stravinsky gibi dönemin en meşhur sanatçıları Paris'tedir. Sanayinin üretimi üçe katlanmış, tarımda on kişinin emeğini tek başına karşılayan makineler icat edilmiştir. Birbiri ardına yeni mağazalar açılmakta ve moda trendleri sık sık değişmektedir. Artık evlerde su ve gaz vardır, insanlar daha uzaklara seyahat etmeye başlamış, kahve tüketimi dört kat artmıştır.

Mata Hari'nin 1900'de ayak bastığı Paris, Dünya Fuarı'nın da verdiği ilhamla, modern mimari biçimlerle (art nouveau), yeni teknolojilerle (yürüyen merdivenler, ampuller, Cinéorama, Mareorama, Panorama), ilan panolarıyla donatılmış, zarif elbiseler giymiş insan kalabalığıyla bambaşka, Hollanda'nın küçük bir şehrinde büyümüş kadının daha önce hiç görmediği, hatta tasavvur etmediği bir dünyadır. Biraz şans ve tesadüf eseri Mösyö Guimet'nin müzesinde dans etme fırsatı yakalayan Mata Hari, Paris'in yeniliklere aç ve özgürlüklerin sınırlarını zorlamaya can atan seyirci kitlesi karşısında yapabileceği en cüretkar gösteriyi sergiler. Kıyafetini kat kat üzerinden sıyırdığı isterik dans neticesinde, salon “bravo” nidalarıyla sarsılır, tüm izleyiciler şimdiye dek görülmemiş bir şeye tanık olmanın müthiş hazzıyla salondan ayrılır. Öte yandan, bilen gözlerin bir çırpıda fark edeceği gibi gösterinin hiçbir Doğu geleneğiyle alakası yoktur. Fakat Doğu'yu çoktan egzotik bir cinsellik anlayışıyla zihninde eşleştirmiş (oryantalist) Avrupalı kitle için Mata Hari, görmek istedikleri imgenin ta kendisidir.

Mata Hari'nin Paris'e kaçarak ve beş parasız ayak bastığı düşünüldüğünde, hayatta geldiği nokta göz kamaştırıcıdır. En ünlü salonlarda dans etmiş, Avrupa'nın en güzel şehirlerini görmüş, en lüks lokantalarda, otellerde sefa sürmüş, en nüfuzlu adamların, en ünlü sanatçıların sevgilisi, sırdaşı olmuştur. Gazete bayileri yüzünü ve vücudunu sergileyen kartpostallarla kaplanmış, ismini taşıyan sigaralar, purolar, losyonlar piyasaya çıkmıştır. Gösterilerinin müdavimleri arasında ünlü sanatçılar, siyaset adamları, Avrupa'nın en zenginleri vardır. Dönemin en önemli menajeri tarafından temsil edilir, hayal edemeyeceği kadar çok para kazanır, Nijinsky ile dans etmesine ramak kalır... Fakat bu tatlı hayal, on yıl gibi bir sürede çöküşe geçer. Mata Hari artık Fransız basını için sadece ünlü sevgilileri yüzünden bahsetmeye değer bir kadındır, sanatı tamamen unutulmuştur.



Rüyadan karabasana Avrupa



“İnsanların gittikçe içine kapandığı bir dünyada özgür bir zihniyete sahip olma günahını işleyen bir kadını kendi haline bırakamazlardı.” (s. 111)

Paulo Coelho, Mata Hari'nin yükselişini ve düşüşünü Belle Époque'la koşut biçimde anlatıyor. Yirminci yüzyıl başında ısrarla “yeniliklere aç” diye nitelediği Fransızlar, on beş yıl içerisinde muhafazakar, sofu, edep saplantılı bir topluma dönüşüyor. Cihan Harbi, tüm Avrupa toplumlarını çok güzel bir rüyadan uyandırıp, derhal korkunç bir kabusa sürüklüyor. Çokkültürlülük yerini ırkçılığa bırakıyor, seküler anlayışlar dindarlıkla baskılanıyor, yükselişe geçen kadın hakları savunucuları susturuluyor.

Romanın üçüncü bölümünde Mata Hari'nin avukatının ağzından anlatılanlar, savaş zamanı ayaklar altına alınan insanlık onurunu ve bir ucubeye dönüşen adalet sistemini gözler önüne seriyor. Milli güvenlik sebebiyle duruşmalara kabul edilmeyen savunma avukatları, tahminlere, tümdengelimlere ve varsayımlara dayanan suçlamalar, kanıt olmaksızın ölüme gönderilen günah keçileri, militarist ve muhafazakar değerlerin amansız yükselişi... Coelho bir alamda şunu söylüyor: Adaletin anlamı, savaşta ve barışta aynı değildir.



Laleler ve güller



Mata Hari daha henüz Margaretha Zelle'yken, annesinin ölüm döşeğinde verdiği öğüdü aklının bir köşesine yazar; laleler laledir ve ne kadar isteseler de güllere dönüşemezler. Kendi varlıklarını inkar edenler hayata küskün ölürler. Kaderin ne olursa olsun onu mutlulukla yaşa, der annesi. Çiçekler hiçbir şeyin kalıcı olmadığının kanıtıdır, güzellik de solgunluk da geçicidir. Mutluyken de üzgünken de bunları hatırlamalıdır insan. Her şey olur, her şey biter, sonra yeniden doğar.

Bu sözleri hiç aklından çıkarmasa da uygulamak o kadar da kolay değildir; ömrünün güzel (çiçek açmış) çağının yaşanmış, bitmiş ve artık geri gelmeyecek olduğunu idrak eden kadın, yaşamının tersine akan bir nehir olduğunu hayal eder, suya dalıp zamanda geriye yüzmek ister. Zindandaki son günlerinde deri ciltli bir defter alıp her sayfaya kendisiyle ilgili çıkmış tüm gazete kupürlerini dizmeyi hayal eder. Buhar olup uçmuş bir geçmişin, geride hiç iz bırakmadan kaybolan muvaffakiyetlerin teyidi sadece bu küçük haberlerde gizli gibidir: Bütün kadınların en dişi olanı, alışılmadık bir trajediyi bedeniyle yazıyor. 

 

 


 

 

 

Görsel: Onur Aşkın

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.