Sokaklar giderek sessizleşiyor. Korona virüsü nedeniyle tüm dünyanın kendini evlere hapsettiği zamanlardan geçiyoruz. Zorunlu gönüllülükle… Dünyaya sığamayan, giderek daha da sosyalleşen, evde durmaktan kaçınan insanlık evden çıkmaktan kaçıyor. Daha önce türlü salgınları; İspanyol gribinden veba salgınlarına kadar türlü badireleri atlatan dünyamız globalleşmenin etkileriyle aynı anda tüm yaşayanlarıyla, hastalığı önlemenin / yenmenin çözümlerini üretmeye çalışıyor.
Sosyal mesafenin öneminin fark edilmesi, insanların yalnızlığa itilmesi, tecrit edilmiş olmanın gereklilikleri insanları mutlak bir yalnızlığa doğru götürüyor. Belki de bu hastalığın en kötü tarafı… Cenaze ve düğünlerde bir araya gelmeye alışkın bizler, en sevdiklerimizden uzak durmak zorunda kalacağız…
Yalnız kalmanın getirdiği güzel şeyler de var, götürdükleri yanında… Yapılacak en güzel şey bol bol okumak, düşünmek, film seyretmek, belki bir şeyler yazmaya çalışmak… Tam da içinde bulunduğumuz nisan ayı, insanın yalnızlığını dünya edebiyatında belki de en iyi anlatan kitaplardan birinin çıkış tarihi olmuş: “Robinson Crusoe”
Orijinal adı “York’lu Bir Denizcinin, Kendi Kaleminden, Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahillerindeki Oroonoque Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Serüvenler ve Korsanlar Tarafından Kurtarılması” olan kitap 25 Nisan 1719 tarihinde ilk kez yayınlanmış. Roman kahramanı Robinson’un zorunlu olarak düştüğü ıssız bir adada son üç yılı hariç 28 yılı yalnız geçirirken yaşadığı maceraları anlatan kitabın yazarı Daniel Defoe’nin ölüm tarihi de 24 Nisan 1731’dir. 60 yaşındayken yayınlanan kitabıyla birlikte üne kavuşan yazar Osmanlı’ya casusluk yapmakla da suçlanmış. Gazetecilikten ticarete, fabrikatörlükten memurluğa bir dolu işle uğraşmış, hatta yazdığı yazılar nedeniyle zaman zaman hapse de girmiş. Hayata gözlerini yumana kadar birçok ülkeyi gezen bir gezginmiş. Robinson Crusoe, çocuklar için üretilen versiyonları ile birlikte, hâlâ okumamış olanlar için şu sıralar yetişkinlerin çocukları ile birlikte okuyabileceği en güzel kitaplardan… Dünya romanının ilk örneklerinden sayılan bu kitap, 300 yıl önce yazılmasına rağmen hâlâ en çok okunanlardan… Bu da kitaptan: “Biz böyleyiz işte, tamamen farklı bir durumla karşılaşıncaya kadar içinde bulunduğumuz durumun gerçek değerini asla göremez, elimizdekinin değerini ancak bunları yitirince anlarız.”
Evdeyiz… Film seyrediyoruz… Konumuz yalnızlık… İlk akla gelen isim kim olmalı? Asıl adı Greta Lovisa Gustafsson olan, bir dönem Smolna’lı Odalık adlı filmin çekimleri için yaklaşık 50 gün İstanbul’da da kalmış “Buzlar Kraliçesi” Greta Garbo… Film çeşitli nedenlerle çekilememiş ama onu en ilginç kılan özelliği bu değil… Dünyanın en güzel kadınlarından sayılan, Oscar ödüllü, sessiz film döneminin ve sonrasının bu dünyaca ünlü isminin 1941 yılında çektiği filmin başarısızlığının ardından kendini, öldüğü 15 Nisan 1990 yılına kadar inzivaya çekmesi ve yalnızlığı seçmesi… Amerikan Film Enstitüsü tarafından hazırlanan En Önemli 50 Beyaz Perde Efsanesi listesinde en önemli beşinci kadın yıldız olarak yer alan, en popüler olduğu dönemde dahi hiçbir filmin galasına katılmayan, hiç röportaj vermeyen, özel hayatıyla ilgili hiçbir sırrı açıklamayan oyuncu, seçtiği izole yaşamla ilgili şunları söylemiş: “Ben hiçbir zaman ‘Yalnız kalmak istiyorum’ demedim ki... ‘Yalnız bırakılmak istiyorum’ dedim. Arada büyük bir fark var...”
Şimdi okuduğumuz kitapların kâğıtları hep yurt dışından geliyor ama ilk Türk kâğıdı 18 Nisan 1936 Cumartesi günü saat 14.30’da üretilmiş, biliyor muydun? Bir şey üzerine saati saatine bilgi olması çok ilginç ama bu güzellik de zaten olsa olsa kâğıt ve kitapla ilgili olmaz mıydı zaten! Bu kesin bilginin sahibi İzmit Kâğıt Fabrikası, Seka’nın kurucu müdürü Mehmet Ali Kağıtçı’ya ait. Fransa’da Grenoble Üniversitesi Fransız Kâğıt Mühendisliği Okulu’ndan mezun olduktan ve bir dolu maceradan sonra kâğıt üretimine giden yol başlıca bir yazı konusu… Mustafa Kemal Atatürk’ün deyimiyle “Medeniyet hamuru…” o kadar heyecanlandırıcıdır ki, Peyami Safa, 21 Nisan 1936 yılında Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde şunları yazmış: “18 Nisan bir kâğıt bayramı günü sayılmaya değer. Kâğıt bizim her şeyimizdir. Bütün bilgimizi onunla aldık, gene onunla veriyoruz. Kâğıdın aziz delaleti olmasaydı ne öğrenebilir ne de öğretebilirdik; ne haber alabilir ne verebilirdik. Kâğıt medeniyetin derisidir, İzmit Kâğıt Fabrikası’nda yeni Türk kültürünün nesci (dokusu) dokunuyor” Evdeyiz, okuyor muyuz? Kıymetini biliyor muyuz?
Tüm dünyanın tecrite gittiği şu günlerde işinden kopamayanlara; 1 Nisan 2005 yılında 104 yaşında ölen, cumhuriyetin tapu kadastrosunu kuran, 16 eski dil bilen, hayattaki tek kişi sıfatıyla “ölene kadar emekliliği yasak” olan Milli Savunma Bakanlığı uzman bilirkişisi, şair, İstiklal Madalyası sahibi Naci Tanrısever’den (Karamanoğlu Naci Bey) bahsetmek gerek! Tapu kadastro işlerinin, kaybolmaya yüz tutmuş dilleri bilen başka biri olmaması nedeniyle sekteye uğrayacağı düşünüldüğünden emekli olamamak… Bir düşün… İstesen de yaptığın işi bırakamıyorsun…
Evdesin, evde olmak zorundasın. Moralimizi yüksek tutalım, şakalardan vazgeçmeyelim. Öyleyse 1 Nisan’ı anmadan geçmek olmaz: Şaka deyince akla ilk gelen günle yazıyı bitirelim. Güzel günleri şakalaşıp, kitap okuyarak getirebiliriz belki!
İlk şakalar 1564'te Fransa’da yapılmaya başlanmış. Aynı yıl değiştirilen takvime göre, eski yılbaşı sayılan Nisan ayının 1’i, yerini yeni yılbaşı 1 Ocak’a bırakmış. Nisan’ın 1’inde yeni yıl kutlamaya alışmış olan halk ve yeni takvim uygulamasını beğenmeyenler, o günün anısına çeşitli şakalar yapmaya başlamış. Fransızlar da bu şakalara “Poisson D’avril” (Nisan Balığı) adını vermiş. Fransa’nın ardından diğer ülkelere de geçen bu gelenek 18. yüzyılda İngiltere ve İskoçya’da da yayılmış, oradan da ABD’ye taşınmış. ABD'liler bu günü 28 Aralık’ta kutluyormuş…
Yeni yorum gönder