Hayatımız, her gün ve bir ömür boyu yaşadıklarımız durmadan kafamıza vuruyor ve hiç unutturmuyor. Evet, kadın olmak daha zor. Onca kazanıma, onca yeniliğe, geçen yüzyıllara, geçen binyıllara rağmen bazı şeyler, lanet olsun, değişmiyor işte. 17. yüzyılın başlarında yaşamış Artemisia Gentileschi'nin kurgusal hayat hikayesini okurken bunu hissettim. Belki Anna Banti, bakın eskiden ne kadar zordu her şey kadınlar için, zavallı Artemisia ne çileler çekerek yapabildi yaptıklarını, demek istiyor. Ama işte 2014 dünyasında hâlâ o kadar cari ki Artemisia'nın tasaları, bu kadar uzun tedavülde kalmalarını yadırgamıyoruz bile. Evet, kadın olmak zor, hâlâ zor. Bazılarımız için daha zor.
Artemisia'nın yazgısı, yazarın ve dolayısıyla kahramanımızın büyük önem atfettiği “gençkızlığa yeni erdiği sıralarda onurunun ve sevgisinin ırzına geçilmesiyle” değişiyor. Bilindik hikaye: Kendinden yaşça oldukça büyük, hatta evli bir zampara, toy bir kızı romantik sözlerle ve evlilik vaadiyle baştan çıkarmaya çalışır. Bir müddet direnen genç kadın, bir an gelir iltifatlara, ısrarlara dayanamayıp “teslim olur.” Çok geçmeden adamın düzenbazın teki olduğu ortaya çıkar, kız iffetsiz damgası yer ve toplum içindeki statüsü sarsılır. 1612 yılında geçmesi bir şeyi değiştirmiyor. “Namus belası” dedikleri, milyonlarca kadın için hâlâ en büyük mesele. Artemisia'nın hayatta kalması mucize belki. Babası, meşhur ressam Orazio, vurdumduymaz bir adam olmasa, küçük erkek kardeşlerinin olup bitene aklı erse, bir namus cinayeti kitabı başlamadan nihayete erdirebilirdi. Ya da Artemisia hamile kalabilir, bekâr bir kadının hamile olmasının şeref ve haysiyet meselesi yapıldığı ataerkil bir toplumda –mesela, 17. yüzyılda İtalya'sında, mesela 21. yüzyılda Türkiye'sinde– “namus intiharı” etmeye zorlanabilirdi.
Neyse ki kimse kimseyi öldürmüyor. Ama Roma'da adı kötüye çıkan Artemisia kendini ev hapsine mahkum ediyor. Tahta perdeleri gece gündüz kapalı, güneşsiz, havasız odasında bir yandan sararıp solarken bir yandan da ışıktan mahrum resimler yapıyor durmadan. Küçük kardeşi Francesco dışında kimsenin yüzüne dahi bakmadan, münzevi, mutluluktan yoksun ve yalnız yaşıyor. Mahpusluktan kurtulması formalite bir evlilik yapması ve başka bir şehre yerleşmesinin ardından olacak. Floransa'da saygıdeğer bir dul gibi siyahlar içinde kiliseye gidip gelirken kendine bir çevre edinecek, sipariş üzerine çalışan gerçek bir ressam olacak. Peki Arno kıyısında ferah ve bayındır bir hayat sürerken, neden sonra Roma'ya, hiç tanımadığı, fakir, iki yıllık sözde kocasının yanına dönüyor?
Floransa sosyetesinin hayranlığını kazanmış, herkesten iltifatlar duyar, modellerine emirler yağdırırken, bir anda artık Roma'daki zayıf ve korumasız genç kız olmadığını anladığı için galiba. Güçlü hissettiği hiçbir kini, nefreti, intikam duygusu kalmadığı için. Bu noktada ikinci bir teslimiyet fikrine kapılıyor Artemisia. İlk seferinde saflığını ve onurunu Agostino'ya teslim etmişti, şimdi ise Antonio'nun karısı olmak için iktidarını ve kariyerini rehin veriyor. Gariptir, doğru düzgün bir kapısı bile olmayan, karanlık, küf kokulu odalarında, narin elli zayıf kocasıyla birlikte uyuduğu saman yatakta, ne geçmiş ve gelecek hayatında hiç bulamayacağı bir huzura eriyor.
Artemisia'nın yüzü gülerken, okuyucu huzursuz oluyor lakin. Neden kendi ayakları üstünde durmaya çalışan bir kadın mütemadiyen gergin, kızgın ve uykusuzken, kocasının mütevazı kanatları altında kendi hedef ve hayallerinden vazgeçmişlik sonsuz bir tebessüme dönüşüyor? Artemisia için, “erkek ve kadınların iş hayatında eşit hakları ve her iki cins arasında ruh eşitliği olması gerektiğini savunan ilk kadınlardandır,” diyen yazar Anna Banti, neden huzuru teslimiyetin içine saklıyor? Yalnız yürümek, yalnızken bir şey başarmak zordur, itirazım yok. Ama neden Artemisia bir kez olsun kocasını terk edip gittiği Napoli'de kendiyle, yaptıklarıyla, başardıklarıyla gurur duymuyor, mutlu olmuyor? “Gurur yapmak” bir tek aşk ve gurur uzlaşmazlığında mevzubahis oluyor. Artemisia gururundan evine geri dönemiyor, Antonio gururundan karısının gölgesinde yaşayamıyor.
Fazla büyük bir bedel
Gerçek mutluluğu neden ve nasıl âşık olduğunu anlayamadığımız kocasında buluyor. Antonio çekip gidince keskin bir kadına, hatta kadınlığını inkar eden bir kadına dönüşüyor. Varlık içinde yaşar, sanatı takdir görürken, neden o da herkes gibi hafiflemiyor? Etrafındaki birçok kadın gibi âşıkları olabilir, gününü gün edebilirdi. Bırakın romantik heyecanları, romantik mutlulukları, Artemisia biricik kızıyla dahi bağ kurmaktan kaçınıyor. Çocuğuna sarılmaya, ensesinden öpmeye korkuyor. Sanatıyla ve sadece sanatıyla tanınmak adına, güzelliğiyle, kadınlığıyla, anneliğiyle tüm ilişkisini koparmak için elinden geleni yapıyor. Büyük ölçüde başarıyor da. Usta Artemisia, 17. yüzyılın büyük kadın ressamı, resim uğruna kadınlığını terk etmiş bana sorarsanız!
“Kendini sadece resim sanatına adamak için yalnız tüm sevgilerini değil, kadınlık erdemiyle övünme güdüsünü bile aşmış bir kadın Artemisia... İşte böyle, nihayet bir sevgiliye, bir babaya, kardeşlere ve bir kocaya, nihayet hiç kimseye ihtiyacı yok bir kadının. Şimdi de bu kız...” (s. 104)
Artemisia, kendisine alışılmamış bir kader çizmek isteyen bir kadının hayat memat mücadelesinin hikayesi. Ama aynı zamanda da bu mücadeleyi baştan sona arzularını, duygularını bastırarak yapmış olması zaferini gölgeliyor. Hep kapalı kutu, renk vermeyen, güçlüyüm demek isterken fazlasıyla içine atan, acı bir kadına dönüşüyor. Kocasına aşkını itiraf edemiyor, kızına gönlünce sarılamıyor, kardeşi canı gönülden “kal” dese de çekip gidiyor, babasına ne kadar hayranlık duysa da sımsıkı sarılamıyor. Gençken bir ara düşündüğü gibi manastıra kapanmıyor belki ama hayatını benzer bir yalnızlık ve adanmışlık içinde geçiriyor.
En başından söyledim, kadın olmak zor. Yine de Anna Banti'nin Artemisia'ya fazla büyük bir bedel ödettiğini düşünüyorum. Büyük sanatçı payesini hak etmenin, kariyer yapmanın bedeli, kadın bedenini, tutkularını, hazlarını inkar etmek oluyor.
* Görsel: “Bir Dişi Kurban Olarak Otoportre”, Artemisia Gentileschi, 1615 civarı
Yeni yorum gönder