Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tez, tez ve yine aynı tez



Toplam oy: 1459
Senai Demirci
Timaş Yayınları
Öldüğüm Gün maalesef hem edebi, hem de felsefi açıdan beklentilerin uzağına düşüyor.

Senai Demirci’nin Öldüğüm Gün isimli kitabını elimize aldığımızda, eserin öznesi  'ölüm' olduğundan, ister istemez yoğun edebi ve felsefi ümitlere kapılıyoruz. Zira varlıkla ölüm arasındaki ilişki Hamlet’in üçüncü perdesindeki “Olmak ya da olmamak”tan, Suç ve Ceza’daki 'Marmeladov’un Ölümü'ne kadar edebiyat tarihine damgasını vurmuş, ölümün çetrefilli labirentini özne olarak alan nice yazar ölümsüzlüğün öznesi olmuştur. Lakin Öldüğüm Gün maalesef hem edebi, hem de felsefi açıdan beklentilerimin uzağına düşüyor.

 

 

 

 

Ölüm-yabancılaşma ile Tanrı'ya dair tez, antitez ve sentez çerçevesinde ilerlemesi gereken diyaloglar yerine, İslami-teolojik bir perspektiften yazılan 'tez, tez ve yine aynı tez' monologuna maruz kalıyoruz.

 

 

 

 

Eserin türünü yayınevinin önümüze sürdüğü gibi 'roman' olarak değerlendirecek olursak tam bir fiyasko ile karşı karşıyayız demektir. Zira kitapta yer alan Rüya, Hayat, Yazar, Yaşar gibi kişiler roman sanatının belkemiği olan roman kişilerinin canlı ve özgür karakterleri değil; yazarın İslami perspektiften ölüm felsefesi üzerine sunduğu teolojik, siyasi ve varoluşsal düşüncelerini icra eden kartondan kölelerden ibaretler. Eserin temelini edebi kaygılar değil, mezkur perspektifin ifadesi oluşturduğundan, deneme üzerine eklemlenmiş sakat bir roman biçimindeki bu eserin kişileri, tutarsız bir kurgu ve olay örgüsü dahilinde tam bir felakete dönüşüyor. Böylece Aristotelyen bir 'karakterden ziyade konu' yaklaşımı da mümkün olmaktan çıkıyor. Toplumun ölüme yabancılaşması hususundaki banal tekerrür de cabası. Yazar bu yabancılaşmayı olay örgüsü ve karakterlerle anlatısına harmanlamak yerine düz ve doğrudan bir dikte yöntemini izliyor. Buna ilaveten, ölüme yabancılaşma hususundaki sayfalarca süren birbirinin aynı cümlecikleri kitaptan çıkaracak olursak eserin boyutunun yarı yarıya hafifleyeceği bir durum ortaya çıkıyor. Edebi açıdan layıkıyla kullanılmış elle tutulur yegane araçlar olan betim ve metaforlar ise bu enkazın ağırlığı altında maalesef gözden kayboluyor.

 

 

 

 

 

Varlıkla ölüm arasındaki ilişki Hamlet’in üçüncü perdesindeki “Olmak ya da olmamak”tan, Suç ve Ceza’daki 'Marmeladov’un Ölümü'ne kadar edebiyat tarihine damgasını vurmuştur.

 

 

 

Hal böyleyken, iyi niyetle yaklaşacak olursak, eserin felsefi yanına sığınıp 'roman'dan ziyade bir 'deneme' olduğunu söylememiz gerekiyor. Fakat bu sefer de ağır bir diyalektik sorunu ile karşı karşıya kalıyoruz. Zira, eserdeki yegane diyalektik, 185-186. sayfalarda. Ancak bu da, ahiret-ölüm-dehşet üçgeni üzerinden, Tanrı'nın İslam ontolojisine dair 'gaddar' yaklaşımına, teolojik sınırlar içinde ufak bir antitez sunmaktan öteye geçemiyor. Dolayısıyla, ölüm-yabancılaşma ile Tanrı'ya dair tez, antitez ve sentez çerçevesinde ilerlemesi gereken diyaloglar yerine, İslami-teolojik bir perspektiften yazılan 'tez, tez ve yine aynı tez' monologuna maruz kalıyoruz. Örneğin, ilk paragrafta bahsetmiş olduğumuz 'Marmeladov’un Ölümü' örneğine bir göz atalım. Marmeladov’un ölüm döşeğinde, karısı Katerina Ivanovna ile rahibin söylemleri tam bir tezat içerisindedir. Çünkü yazarın amacı okuru Tanrı’nın merhametine ya da gaddarlığına inandırmak değil, okuyucusuna Janus’un iki yüzünü de göstererek onu düşünsel ve duygusal bir kaosun içine sokmak, böylece okuyucusunun tininde Nietzschevari bir yıldız doğurmaktır. Demirci’nin meramıysa kitabındaki diyalektik yoksulluğu ve edebi sakatlığından dolayı bize az kıvrımlı bir varlık-yokluk düzlemini, İslami teolojinin ontolojisini pek de tartışmadığı ahiret inancını dikte ediyor...

 

 

 

Amerikan transandalist Theodore Parker’ın hoş bir sözü vardır: “En iyi kitaplar, sizi en çok düşündürenlerdir”. Maalesef diyalektiği olmayan bir deneme, düşünen bir bireyin felsefi beklentilerini tatmin etmeyeceği gibi; bir denemeye kabaca eklemlenmiş bir roman(!) da estetik, kurgu ve karakter yoksunluğundan ötürü sanatsal beklentileri doyurmayacaktır. 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.