Senai Demirci’nin Öldüğüm Gün isimli kitabını elimize aldığımızda, eserin öznesi 'ölüm' olduğundan, ister istemez yoğun edebi ve felsefi ümitlere kapılıyoruz. Zira varlıkla ölüm arasındaki ilişki Hamlet’in üçüncü perdesindeki “Olmak ya da olmamak”tan, Suç ve Ceza’daki 'Marmeladov’un Ölümü'ne kadar edebiyat tarihine damgasını vurmuş, ölümün çetrefilli labirentini özne olarak alan nice yazar ölümsüzlüğün öznesi olmuştur. Lakin Öldüğüm Gün maalesef hem edebi, hem de felsefi açıdan beklentilerimin uzağına düşüyor.
Ölüm-yabancılaşma ile Tanrı'ya dair tez, antitez ve sentez çerçevesinde ilerlemesi gereken diyaloglar yerine, İslami-teolojik bir perspektiften yazılan 'tez, tez ve yine aynı tez' monologuna maruz kalıyoruz.
Eserin türünü yayınevinin önümüze sürdüğü gibi 'roman' olarak değerlendirecek olursak tam bir fiyasko ile karşı karşıyayız demektir. Zira kitapta yer alan Rüya, Hayat, Yazar, Yaşar gibi kişiler roman sanatının belkemiği olan roman kişilerinin canlı ve özgür karakterleri değil; yazarın İslami perspektiften ölüm felsefesi üzerine sunduğu teolojik, siyasi ve varoluşsal düşüncelerini icra eden kartondan kölelerden ibaretler. Eserin temelini edebi kaygılar değil, mezkur perspektifin ifadesi oluşturduğundan, deneme üzerine eklemlenmiş sakat bir roman biçimindeki bu eserin kişileri, tutarsız bir kurgu ve olay örgüsü dahilinde tam bir felakete dönüşüyor. Böylece Aristotelyen bir 'karakterden ziyade konu' yaklaşımı da mümkün olmaktan çıkıyor. Toplumun ölüme yabancılaşması hususundaki banal tekerrür de cabası. Yazar bu yabancılaşmayı olay örgüsü ve karakterlerle anlatısına harmanlamak yerine düz ve doğrudan bir dikte yöntemini izliyor. Buna ilaveten, ölüme yabancılaşma hususundaki sayfalarca süren birbirinin aynı cümlecikleri kitaptan çıkaracak olursak eserin boyutunun yarı yarıya hafifleyeceği bir durum ortaya çıkıyor. Edebi açıdan layıkıyla kullanılmış elle tutulur yegane araçlar olan betim ve metaforlar ise bu enkazın ağırlığı altında maalesef gözden kayboluyor.
Varlıkla ölüm arasındaki ilişki Hamlet’in üçüncü perdesindeki “Olmak ya da olmamak”tan, Suç ve Ceza’daki 'Marmeladov’un Ölümü'ne kadar edebiyat tarihine damgasını vurmuştur.
Hal böyleyken, iyi niyetle yaklaşacak olursak, eserin felsefi yanına sığınıp 'roman'dan ziyade bir 'deneme' olduğunu söylememiz gerekiyor. Fakat bu sefer de ağır bir diyalektik sorunu ile karşı karşıya kalıyoruz. Zira, eserdeki yegane diyalektik, 185-186. sayfalarda. Ancak bu da, ahiret-ölüm-dehşet üçgeni üzerinden, Tanrı'nın İslam ontolojisine dair 'gaddar' yaklaşımına, teolojik sınırlar içinde ufak bir antitez sunmaktan öteye geçemiyor. Dolayısıyla, ölüm-yabancılaşma ile Tanrı'ya dair tez, antitez ve sentez çerçevesinde ilerlemesi gereken diyaloglar yerine, İslami-teolojik bir perspektiften yazılan 'tez, tez ve yine aynı tez' monologuna maruz kalıyoruz. Örneğin, ilk paragrafta bahsetmiş olduğumuz 'Marmeladov’un Ölümü' örneğine bir göz atalım. Marmeladov’un ölüm döşeğinde, karısı Katerina Ivanovna ile rahibin söylemleri tam bir tezat içerisindedir. Çünkü yazarın amacı okuru Tanrı’nın merhametine ya da gaddarlığına inandırmak değil, okuyucusuna Janus’un iki yüzünü de göstererek onu düşünsel ve duygusal bir kaosun içine sokmak, böylece okuyucusunun tininde Nietzschevari bir yıldız doğurmaktır. Demirci’nin meramıysa kitabındaki diyalektik yoksulluğu ve edebi sakatlığından dolayı bize az kıvrımlı bir varlık-yokluk düzlemini, İslami teolojinin ontolojisini pek de tartışmadığı ahiret inancını dikte ediyor...
Amerikan transandalist Theodore Parker’ın hoş bir sözü vardır: “En iyi kitaplar, sizi en çok düşündürenlerdir”. Maalesef diyalektiği olmayan bir deneme, düşünen bir bireyin felsefi beklentilerini tatmin etmeyeceği gibi; bir denemeye kabaca eklemlenmiş bir roman(!) da estetik, kurgu ve karakter yoksunluğundan ötürü sanatsal beklentileri doyurmayacaktır.
Yeni yorum gönder