“‘Bu öykü müthiş,’ dedi abim. ‘İnsanın aklını başından alıyor. Fazla kopyan var mı?’ Olduğunu söyledim. Bana abisi-küçük-kardeşiyle-gurur-duyuyor gülümsemesiyle baktıktan sonra yere eğilip elindeki sayfayla köpeğin kakasını aldı ve çöp bidonuna attı. Yazar olmak istediğimi işte o anda anladım.” İlk öyküsünün, bir yazarın sonraki yazı yolculuğundan izler taşıdığını duymaya alışığız ama onun çöpe gidiş hikayesinden bile kendisine yakışır bir kara mizah çıkarmak yalnızca Etgar Keret’e özgü olsa gerek.
Keret, sürekli bunu yapmayı nasıl beceriyor bilmiyoruz ama gündelik hayatta saklı trajikomiği bulup çıkarmada usta olduğu su götürmez. Bunu dil ve kurgu oyunlarına girmeden, büyük bir basitlikle, ahizeyi kaldırıyormuş gibi doğallıkla yapması da cabası. Onu üslup sahibi ve büyük bir yazar yapan da bu olmalı. Herhalde kendisi de böyle düşünüyor ki, bir öyküsünde, “Yazar ne bir aziz, ne bir guru ne de kapıda duran bir peygamber; biraz daha keskin bir farkındalığa ve dünyanın kavranılmaz gerçeğini tanımlamak için biraz daha duyarlı bir dile sahip bir başka günahkâr sadece,” diyor.
Yedi Güzel Yıl’da, oğlunun doğumundan babasının ölümüne kadar yazdığı otobiyografik nitelikteki öyküleri yer alıyor. Öykülerin ortak yanı otobiyografik olmalarından ziyade evrensel insanlık halini şerh etmeleri ve “dünyanın kavranılmaz gerçeğini tanımlama”ya çalışmaları. Bu ikisinin trajikomikte birleşmesi ise başlı başına bir Keret hinliği.
Hayatın içinde mutat bir sıradanlıkla olduğu yerde duran, kimse fark etmese sonsuza kadar orada durmaya devam edeceğine yemin edebileceğimiz “trajikomik,” Keret’in ustaca dokunuşu ve belki biraz da tozunu alıp parlatışıyla acılı bir kahkahaya dönüşüyor. Sanki orada durup, “İnanın sizi güldürmek istemiyorum, ama komik öyle değil mi?” diyen bir yazar var. Bizi tam her şeyin komik olduğuna inandırdığı andaysa, o alışkın olduğumuz hınzırlığıyla “Peki, gerçekten de öyle mi?” deyip duygu yüklü bir bombayı kucağımıza bırakıp kaçıyor Keret.
Savaş ortamı
Keret’in kara mizahında –aslında Latin Amerika’nın büyülü gerçekliğinde ya da Balkan müziğindeki histerik neşede olduğu gibi– yetiştiği coğrafyanın savaş ortamının da büyük etkisi var. Joyce nasıl Dublin’in gündelik hayatının muhteşem anlatıcısıysa, Keret de Tel Aviv’in sıradan hayatının mahir hikayecisidir. Sıradan bir Tel Avivlinin, pek de sıradan olamayan hayatı olarak da okunabilir bu kitap. Zihninin bir köşesi savaşla meşgulken gündelik hayatın devam ettirilmek zorunda oluşu bile yeterince trajikomikken, Keret’in kara mizahta gitgide ustalaşması kimseyi şaşırtmayacaktır. Kitabın ruhuna bu temanın sindiğini söyleyebiliriz. Hatta “Bomba Tehdidi” tam da bu konuya değinen müthiş bir öykü. Biraz spoiler verelim: Sosyal düzenin, değer verdiğin her şeyin ve hatta kendi biricik varlığının bile her an gaz ve toz bulutuna dönüşme ihtimaline karşı, tezgahta bulaşık bırakmamaya ve insanlara kibar davranmaya özen göstermenin zorlukları üzerine duruyor Keret. Tabii ki keskin bir farkındalık ve duyarlı bir dille.
O halde Keret için, insanlık hali ve trajikomik için, kara mizah için bir ah ile başlasın kahkahamız, ahahahaha.
* Görsel: Ahmet İltaş
Yeni yorum gönder