Zamanında, biyolojide farklı türler arasındaki ilişkiler konusunun aklımda yer etmesi için en bilindik yöntemlerden birine başvurmuş ve bu ilişkileri çeşitli kelime oyunlarıyla ezberlemeye çalışmıştım. Biyoloji kitaplarına şimdi yeniden göz atıp “yağmacılık” (göçmen çekirge ile tropikal ürünler), “araç olarak kullanma” (yengeç ile denizşakayığı), “asalaklık” (aspergillus ile güvercin), “kölecilik” (köleci karınca ile diğer karıncalar) gibi başlıca ilişki tiplerini hatırlayınca, kaynaklara bakmadan önce aklıma ilk gelenin neden “mutualizm” olduğunu daha iyi anlıyorum; mutualizmi “mutluluk”la özdeşleştirmiştim çünkü. Canlılar arası etkileşime böylesi romantik bir bakış doğru bir yaklaşım değil elbette, ama yine de karşılıklı yarar (günümüzün moda deyimiyle win-win situation) esasına dayanan bu ilişkiye sempati beslememek olanaksız. Michael Pollan da Arzunun Botaniği isimli kitabında, benzer bir ilişkiden yola çıkıyor.
Arılar ile çiçekler arasındaki alışveriş malumdur; bir tarafta bal yapmak için nektar ve polen toplayan arı vardır, diğer tarafta da arıya istediklerini vererek genlerini uzaklara yayan çiçek. “Birlikte evrim” olarak adlandırılan kavramın klasik bir örneğini ifade eden bu kadim ilişkiye Pollan ise farklı bir noktadan yaklaşıyor. Yaban arısının muhtemelen bahçede kendisini bir özne, nektar damlası için yağmaladığı çiçeği de nesne olarak gördüğünü düşünen Pollan, arının göremediği büyük resimde odaklanarak meselenin aslını şöyle ortaya koyuyor: Arı kendisini istediği kadar özne olarak görsün, aslında, “Çiçek arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için zekice kullanmıştır.”
Bu noktada Pollan’ın, bahçesinde, arıların çevresinde vızıldayıp durduğu çiçek açmış bir elma ağacının civarına sebze sıraları ekerken aklına takılan soru şu olur: “Bu bahçede (ya da herhangi bir bahçede) insanoğlunun rolü ile yaban arısının rolü arasında ne gibi farklılıklar var?” Ya arının göremediği “büyük resim” aslında kendi bahçesinde hangi türlerin serpilip gelişeceğine ve hangilerinin yok olacağına yalnızca kendisinin karar verdiğini düşünen bir insan için de geçerliyse? “Bitkileri ben seçerim, yabani otları ben yolarım, ekini ben hasat ederim,” gibi cümleler yalnızca birer kibir ifadesiyse? İşte Pollan’ı, Arzunun Botaniği kitabını yazmaya iten soru da bu düşüncelerin hemen ardından gelir: “Bu patatesleri ekmeyi ben mi seçtim, yoksa bunu bana patates mi yaptırdı?”
Pollan, bahçesine o an için başka bir sebze değil de illa o patatesleri ekmesindeki seçimini, bahçeyle uğraşanların şans, hava şartları ya da kontrol dışındaki pek çok faktör nedeniyle ya da daha geniş anlamda çiftçilerin önceki yılın piyasa fiyatlarını dikkate alarak topraklarının ne kadarını hangi ürünlerin üretimine tahsis edecekleri yönünde aldıkları kararlarla özdeşleştirmiyor; çok daha derin, çok daha eski bir hikâyeyi eşeliyor: bitkilerin “hayvanları-çalıştır” stratejisini. Pollan’a göre doğaları gereği hareketsiz olan bitkiler, yine doğaları gereği her varlığın en temel genetik düzeyde önem verdiği şeyi (kendilerinin daha çok kopyasını çıkarma isteğini) yerine getirmek üzere tarihteki en büyük hayranlarını bulmuştur, geliştirdikleri türlü yöntemlerle kendisini her daim özne olarak gören kibirli insanoğlunun arzularını bu yönde tahrik ve teşvik etmiş ve hatta onu yaratmıştır. Artık bahçesinde eskisi gibi dolanamaz Pollan: “O Mayıs öğleden sonrasında bahçe aniden önümde yepyeni bir ışığın altında belirdi; göze, buruna ve dile sunduğu pek çok ve çeşitli keyifler artık o kadar masum ya da edilgen değil. Hep arzumun nesnesi gözüyle baktığım tüm bu bitkiler, anladım ki, aynı zamanda beni etkileyen, onlar için kendilerinin yapamadığı şeyleri yaptıran öznelermiş meğer.”
Bu doğrultuda, evcil bitkilerin dört önemli sınıfını temsil eden dört bitkiyi (elma, lale, kenevir, patates) seçen Pollan’ın Arzunun Botaniği kitabı, bu bitkiler hakkında olduğu kadar, bizi bu bitkilere bağlayan insani arzuları da (sırasıyla tatlılık, güzellik, sarhoşluk ve kontrol) gözler önüne seriyor. John Chapman’ın hikâyesini didikleyerek elma ağacının insanınkiyle yakından bağlı tarihine; hayatı sadece devam ettirmenin ya da sona erdirmenin ötesinde daha garip şeyler yapan kenevir gibi bir bitkinin “sunduğu bilgi nedir” ve “neden yasaktır” sorularından hareketle “kimyasal karanlıklar”a ve patatesler vasıtasıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla olan imtihanımıza değiniyor Michael Pollan. Laleyi sona bırakmamızın sebebi ise, içinde bulunduğumuz ay...
Son altı yıldır 1-30 Nisan tarihlerinin “İstanbul’da Lale Zamanı” ilan edilmesi sebebiyle kitabın laleyle ilgili bölümüne, yine de fazla ayrıntıya girmeden, ayrıca yer verebiliriz sanırım. Laleyi güzellikle bağlantılı olarak irdeleyen Pollan, sözü elbette bu topraklara, XVIII. yüzyılın İstanbul’una da getiriyor; Batı’daki “tulip” kelimesinin, Türkçedeki “türban” kelimesinin bozulmuş hali olduğunu hatırlatarak: “Türklerin ideal anlayışına lâyık düşen lale soğanları altın karşılığında alınıp satıldı. Bu dönem, Sultan III. Ahmet’in saltanatı sırasında, 1703 ile 1730 yılları arasında yaşanan Lale Devri idi. (...) Sultanın yıllık lale festivallerinde gösterdiği aşırılık sonunda felâketine yol açtı; ulusal hazinenin aşikâr bir şekilde çarçur edilmesi, hükümranlığını sona erdiren isyanı ateşlemeye yardımcı oldu.” Ancak Pollan Lale Devri’nden de kaçınılmaz olarak söz etmekle birlikte, Hollanda’daki lale çılgınlığına (tulipomania) daha çok yer vermiş kitabında. Neden özellikle bu çiçeğin, diğer birçok çiçeğe göre kayıtsız, kokusuz ve biraz da mesafeli duran lalenin, neden o heyecansız, eli sıkı, Kalvinist ülkede ve neden o zaman bir yıldız rolü oynadığının ayrıntılarını, sırrını keşfetmeye çalışmış.
Michael Pollan kitap boyunca aynı yöntemi izliyor. Özellikle bu dört bitkiyi seçmesinin bir diğer nedeni de, söz konusu bitkileri şu ya da bu vakitte kendi bahçesinde de yetiştirmiş olması. Dolayısıyla anlatılarına deneyim ve anılarını da dahil etmiş. Örneğin lale, yazarın ilk çiçeğiymiş, daha doğrusu diktiği ilk çiçek. Onlu yaşlarında daha çok ebeveynlerinin teşvikiyle diktiği lalelerin güzelliğini sonrasında uzunca bir süre görmez olmuş; o sıralar kendine genç bir çiftçi gözüyle bakan birinin çiçek gibi önemsiz bir şeye ayıracak vakti olamayacağı düşüncesiyle. İşte laleyle ilgili bölümde bu iki kutup arasında gidip geliyor Pollan; bir tarafta bir zamanlar çiçekleri anlamsız bulan kendi çocuksu görüşü ile diğer tarafta Hollandalıların bir süreliğine bu çiçeklere karşı hissettiği mantıksız tutku... Kısaca deneyimlerinden, anılarından yola çıkan Pollan gazetecilik enstrümanlarını da kullanıp toplumsal tarih, doğa tarihi, coğrafya, mitoloji, felsefe ve hatta edebiyat gibi alanların bilgilerini harmanlayarak kaleme almış Arzunun Botaniği’ni.
2009 yılında PBS tarafından iki saatlik belgesel haline de getirilen Arzunun Botaniği, “İnsan ve Doğa hakkında farklı türde bir hikâye anlatıyor; bizi Yerküre’de yaşam denilen bu karşılıklı büyük ağın içine geri yerleştirmeyi amaçlayan bir hikâye bu.”
Güzel yazı olmuş editör, aferim!
Yeni yorum gönder