Şanlıurfa cezaevinden yangın ve ölüm haberleri geldiği sırada; Tolstoy'un, adalet, ceza ve mahkumiyet meselelerini yüzyıldan uzun bir süre önce sorgulamakta olduğu Diriliş ismindeki romanını bitirmek üzereydim.
'Hayata Dönüş Operasyonu' gibi yakın tarih olayları, hapishanelere kapatılan ve orada tacize-tecavüze uğrayan çocukları, kitap yazdığı, haber yaptığı için tutuklanan entelektüelleri olan bir ülkede yaşayan bizler için bu roman fena halde güncel.
Romanın baş kişisi Dmitriy Nehludov, gençliğindeki idealist fikirleri çok önceleri bir kenara atmış, annesinden miras kalan toprakların getirdiği parayla kentte lüks bir hayat süren, zamanını davetlerde yiyip içerek ve hoş sohbetler ederek geçiren bir Rus aristokratıdır. Bir zamanlar toprak mülkiyeti, eşitlik, adalet gibi konuları sorgulayan bir tez yazmış olsa da, son zamanlarda kafasını kurcalayan tek şey, evli bir kadınla yaşadığı ilişkisini sonlandırıp sonlandırmayacağı ve ona uygun görülen bir şekilde soylu bir kadınla evlenip evlenmeyeceğidir.
Oysa, davet edildiği jüri görevi için adliyeye gittiğinde, çoktan geride kaldığına inandığı bir geçmişin hayaletleri ile karşılaşır. O gün jüri heyeti olarak yapacakları hatanın ağır sorumluluğu, uyanan hatıralarla birleştiğinde Nehludov hayatını ve inançlarını derinden değiştirecek bir iç yolculuğa başlar. Bu iç yolculuk gerçek bir yolculuğa dönüşerek onu Rusya'nın daha önce hiç bilmediği köşelerine taşıyacaktır; mahkemelerin, cezaevlerinin, kürek mahkumlarının, siyasi hükümlülerin, suçu olmadığı halde hapis tutulanların, bir soylunun emri ile hapse atılabilen ya da serbest bırakılabilen köylülerin dünyasına.
Başkahraman Nehludov, tanıştığı bu insanlar ve tanık olduğu manzaralar sebebiyle büyük bir dönüşüm yaşarken, biz okuyuculara da, hapishaneler ve adalet hakkında oturup düşünmek kalır. Suç nedir, peki ya adalet? Kimin kimi yargılamaya hakkı vardır, yargılayanlar ile yargılananlar arasındaki fark nedir? Adaletsizlik, içinde yaşadığımız toplumun temelini oluşturuyor ise, nasıl olur da bir takım insanlara suçlu demek mümkün olabilir? Rusya'nın yeraltına yaptığı bu yolculuk, Nehludov'un bütün bu sorulara vereceği cevapları en baştan değerlendirmesine yol açar. Onun, daha önceden hiç tanımadığı, tanısa da ürkeceği kimselerle düşünsel ve duygusal olarak yakınlaşmasına sebep olurken, kendi sosyal çevresinden hızla uzaklaşmasının da yolunu açar.
Tolstoy'dan yıllar sonra bu konulardaki en önemli referans kitaplardan birisini (Hapishanelerin Doğuşu) yazacak olan Michel Foucault, hapishanenin modernitenin en başarısız deneyi olduğunu öne sürecektir. Hapishane, kendisine atfedilen iki görevinde de başarısız olmuştur; cezalandırma ve ıslah. Aksine, hapishane mahkumların kitleler halinde bir araya gelebildikleri bir alan yaratır. Cezasını tamamlayan mahkumların büyük kısmı kısa sürede hapishaneye geri döner. Foucault, hapishanenin tek başarısının, kontrol dışı bir olgu olan 'suçlu'yu ortadan kaldırarak, istatistiklere dökülmüş, kaydı tutulmuş, sabıkalı olarak mimlenmiş 'mahkum'u yaratması olduğunu öne sürer. O halde, hapishane yalnızca dört duvar ve parmaklıklardan ibaret bir mimari yapı değil, kayıt altına alma ve gözetleme üzerine kurulu bütün bir toplumsal düzenin temsilidir.
Günümüzde, gözetleme ve kayıt altına alma imkanları tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar gelişmişken, toplumlar bu konuda fena halde gönüllüyken, hapishaneler üzücü olaylarla gündeme gelirken ve adalet duygumuz her geçen gün sarsılırken Tolstoy'un bu romanı, klasikler rafından 'Güncel Edebiyat' rafına doğru göz kırpmayı hak ediyor bana kalırsa.
Yeni yorum gönder