Eleştirmesi ve değerlendirmesi zor bir kitap var elimde. Zorluğu hacminden kaynaklanıyor. Büyük boy 700 sayfanın üzerinde bir çalışmayı iki türlü değerlendirmek mümkün. İlki içerik bağlamında bir analiz, ikincisi ise kitabın temel sorunsalının ve yazarın zihniyetinin analizi. Benim tercihim ikinciden yana oldu. Emre Kongar’ın “21. Yüzyılda Türkiye” -2000’li Yıllarında Türkiye’nin Toplumsal Yapısı- adlı kitabı 1998 yılında Aydın Doğan Vakfı “Sosyal ve Başarı Bilimler” ödülüne layık görülmüş. Kitap alanında önemli bir çalışma. Eserin sunduğu çerçeve konusunda eleştirel olsam da, kitabın içinde sunulan somut rakamsal bilgiler önemli bir kaynak kitap haline getiriyor çalışmayı.
Beş bölümden oluşan kitap, Türkiye’nin toplumsal yapısını analiz ederek, 21. yüzyıla ilişkin bir Türkiye projeksiyonu sunmaktadır. Yazar kitabı sunuşunda, çalışmayı “kurumsal deneme” olarak ele aldığını ve modelini üç temel değişken üzerinden yaptığını ifade etmiştir. Bunlar; “dış dünya”, “ideoloji” ve “sınıflaşma”. Ve yazar, toplumsal değişimi bu üçlü model üzerinden analiz ediyor.
700 sayfanın üzerindeki kitabın kısa bir özeti sayılabilecek giriş bölümü Kongar’ın “Yüzlerce sayfayı aşan bu kitabı okumak oldukça zor. “Giriş”i bu zorluğu biraz olsun azaltabilmek için yazdım. Böylece aynı zamanda ayrıntılardan dolayı kitabın bütününün gözden kaçmasını da önleyebileceğim umudundayım.” satırları ile başlıyor ve gerçekten bir özet niteliğinde. Bu bölümden hareketle, Kongar’ın varsaydığı modelin nasıl işlemeyeceğini ve o modelinde otoriter ve relativist zihniyetlerin eklemlenmesine dayandığını görmek mümkün. Peki bu zihniyet eklemlenmesine dayanan bir devlet-toplum ilişkisinden Türkiye’nin 21. yüzyılda etkili bir “merkez” ülke olması mümkün mü? Değil. Değil ;çünkü Türkiye’nin her şeyden önce demokratikleşmesi gerekiyor. Kongar; “… 21. yüzyıl Türkiye’si, ırkçı-milliyetçiliğe ya da siyasal-dinciliğe bağlı bütün “ayrımcı” ve “bölücü” kavgalara karşın, hoşgörüye ve demokrasiye dayalı bütünlüğünün varlığını koruyacak.” cümleleriyle esas olarak hem bugün yaşadığımı toplumsal çoğullaşmayı bir çatışma unsuru olarak görmekte hem de bütünlüğü demokrasi ile birlikte birilerinin birilerini “hoşgörmesine” bağlamaktadır. Yani bir “hoşgörüsüzlük” durumunda durum vahim demektir.
Kongar, Türkiye’nin Atatürk tarafından Bağımsızlık Savaşı sonucunda kurulduğunu ve Batılı toplum modeline uygun biçimde yapılandırılmaya çalışıldığını ifade etmektedir. Batı’nın düşünsel düzeyde “aydınlanmasına”, ekonomik düzeyde “sanayi” devrimleri ve bunlara eşlik eden kapitalist gelişme unsurları olan uluslaşma, laikleşme ve demokratikleşme karşı; Türkiye’yi “Cumhuriyetçilik”, “Milliyetçilik” ve Laiklik” ile ikam etmiş oluyor. Yani Batı’da yaklaşık 200-300 yıl süren zihnisel dönüşümü yeni Cumhuriyet birkaç yıl içinde tamamlamış olmaktadır. Batıyı Batı yapan değerler, devlet ile toplum arasında sürekli bir mücadeleye sahne olmuş ve toplumsal taleplerin siyasete müdahale edebildiği bir anlamda denetlediği sistem içinde ortaya çıkmışlardır. Sol, sosyal demokrasi, sivil toplum, insan hakları gibi. Bu açıdan Batı demokrasileri, ulus-devletlerin özdeki otoriter nüvelerine rağmen göreli olarak demokrasi ve mücadele geleneğinin olduğu toplumlardır.
Cumhuriyetle başlayan modernizm Batı’daki zihniyet eklemleşmesine uyum içinde olmuş; devlet toplum ilişkisi siyasal alanda otoriter, toplumsal düzlemede relativist zihniyete dayanmıştır. Burada otoriter zihniyet doğrunun tek olduğuna ve bunun da iktidarı elinde tutanlar tarafından belirlendiğini ima eder. Reletivist zihniyet ise bireye ve bireysel akla ve bireysel farklılığa ve yaşam biçimlerine saygı duyar ama bu farklılıklar özel alanın dışına çıktığında otoriter zihniyete meyletmekten kurtulamaz. Bu yüzden vatandaşlık bağı ile ulus-devlete bağlanan yurttaşlar artık kamusal alanda homojendirler. Bu iki zihniyete dayanan Türkiye Cumhuriyeti modernleşmesi, doğruyu bilen bir devlet, bu doğruları/değerleri topluma taşıyan bir bürokratik kadro ve bu doğruları/değerleri içselleştirmeyenlerin neredeyse vatandaş sayılmadığı bir uluslaşma sürecine dayanmıştır. Bu anlamda Batı’dan farklı olarak ulusun devleti değil, devletin ulusu yarattığı bir modeldir Türkiye Cumhuriyeti. Bu açıdan Batı’dan tamamen farklıdır.
Ve yeni Cumhuriyet’in en sorunlu kavramlarından birisi olarak bugünde sıkça tartıştığımız ve Ecevit’in Başbakanlığı döneminde “Cumhuriyetin aşil topuğu” olarak tanımladığı “laiklik” konusunda Kongar: “21. yüzyıl Türkiyesi esas olarak, dünyadaki tek, laik ve demokratik toplumdur. Bu niteliği Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının 20. yüzylın başında kurduğu Cumhuriyet’in, çağın gereklerine uygun olarak, bir “ulus-devlet” biçiminde örgütlenmesinden kaynaklanmaktadır. 20. yüzyılın başındaki bu yeni oluşum sırasında İslam dini de, Hrisitiyanlıktan yaklaşık beş yüz yıl sonra, laikleşmiş, yani Müslüman bir toplumda din ve devlet birbirinden ayrılmıştır.” tespitleri yapmaktadır. Yani Kongar; Türkiye’nin mevcut yapısı ile “laik” bir devlet olduğunu iddia ediyor. Gerçekten öyle midir? Laikliği eğer devletin tanımladığı dini Diyanet İşleri Başkanlığı ile topluma yaymak ise bu laikliğin otoriter bir yorumudur ki, adına laiklik demesinde mahsur yoktur. Ama bu yapısı ile evrensel anlamda laikliğe denk düşer mi? Düşmez.
Tüm dünyada 2. Dünya savaşından sonra modernliğin krizi olarak kimlik, vatandaşlık ve ahlak konuları ulus-devletleri hayli yıpratmıştır. Bu krizler Türkiye’de yaşanmıştır. Cumhuriyetle birlikte laiklik ve milliyetçilik temel referansları ile şekillenen siyaseti yani kamusal alanı artık toplumsal farklılıklara kesmemekte başka bir kamu inşa edilmektedir. İslami hasiyetlerin ve Kürt kimliğinin yok sayılmasın dayanan vatandaşlık tanımı artık iflas noktasına gelmiştir. Bu ve farklı kimlikler önce kamusallaşmış sonra da siyasallaşma sürecine girmiştir. Oysa Kongar, sanki Cumhuriyetle birlikte kurulan sistem reddi Osmanlı üzerine ve onun dinsel referanslarının reddine dayanmamış gibi şunları yazmaktadır; “Osmanlı mirası bugünkü topluma, bir yandan İmparatorluğun görkemli kültürünü aktarırken, öte yandan ürettiği altı yüzyıllık deneyim birikimiyle İslami öğelerin de, çağın gereklerine göre reforme edilme şansı tanımıştır.”.
Bu yüzden Kongar’ın kitabı boyunca izinden gittiği zihniyetten Türkiye’nin 21. yüzyılda model ülke olma şansı yoktur. Kongar’ın seçtiği araçlarla ifade edersek dış dünyadaki gelişmeler ayak uydurmak Türkiye’nin içinde sınıflaşmayı yeni bir toplumsallığa kavuşturmak ve bunun ideolojik olarak da demokrat bir zihniyet içinden üretmekle mümkündür.
Burada kritik nokta toplumların değişim süreçleri içinde esas belirleyici bu üç (ya da daha fazla) kavram değil, bu kavramların hangi zihniyet içinde yorumladığıdır. Demokrat bir Türkiye, toplumun farklılığının veri olduğu ve farklılıkların birbiriyle konuşmasıyla toplumsallaşmanın yeniden üreticeğini varsayar. Farklılıkların kamusal alana yansımasını siyaset olarak görür. Böyle bir siyasal temsilden meşruiyet alan bir Türkiye’nin risk aldıkça bölgesinde merkez güç olacağını varsayar. Ve her şeyden önce demokratlık “haddini bilen, bilmiyorum ve başkasına sormak zorundayım” diyen bir bireyden topluma ulaşır.
Kongar’ın kitabının ancak sonunda bunun izini yakalıyoruz. Kitabını şöyle bitiriyor Kongar; “Bu arada demokratikleşme sürecinin, hepimiz için “izlenen” değil, içine bizzat girilerek “oynanan”, yani herkesin katılımıyla oluşturulan bi oyun olduğunu da anımsatmak isterim.”.
Çok haklı bir tespit ama sorun, bunu kitabın sonunda yapması galiba.
Yeniden merhaba.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder