21. yüzyılın ilk on yılını geride kalmasına rağmen 20. yüzyılın hesapları hala kapanmadı. Güncelin, güncel politikanın ve magazinin peşinde koşan medyanın aksine edebiyat metinlerinde güncel olan yakın geçmiş, 20. yüzyıl ve 20. yüzyılın hayaletleri…
Yaşam ve Yazgı da böyle bir yüzleşmeye davet ediyor okuyucuları. Vasili Grossman’ın “Toprak altında yatanlar adına konuşmak” sorumluluğuyla 1960’da tamamladığı Yaşam ve Yazgı, II. Dünya Savaşı yıllarını konu edinmekle birlikte, bugün farklı görünümlere bürünmüş- baskıcı uygulamaların trajik sonuçlarını dile getirmesiyle güncellik kazanıyor.
Kitabın girişinde Robert Chandler imzalı kapsamlı önsözü okuduğunuzda, romanın hikayesi ile Vasili Grossman’ın hayat hikayesi arasındaki örtüşmeleri fark edeceksiniz. Bu nedenle romandan önce yazar üzerinde durmak istiyorum.
Savaş muhabiri
Vasili Semyonoviç Grossman, 1905 yılıda Ukrayna’da, asimile olmuş Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesinin maddi durumu yerindeydi. İyi bir eğitim gördü, Moskova’da kimya mühendisliği tahsili yaptı, ancak mühendislikten ziyade edebiyattı ilgisini çeken. 1930’dan sonra öyküler, roman ve oyunlar kaleme almaya başladı. Yetenekliydi. Daha ilk dönem ürünleriyle kendisini kanıtlamış, 1937 yılında Sovyet Yazarlar Birliği’ne kabul edilmiş, dahası 1937-1940 arasında yayımlanan Stepan Kolçugin adlı romanıyla Stalin Ödülü’ne aday gösterilmişti. Adaylığı bizzat Stalin tarafından reddedilse de yazarlık değeri onaylanmıştı artık.
Yüzbinlerce insan gibi Grossman’ın kaderi de II. Dünya Savaşı ile değişecekti. Savaş muhabiriydi; Kızıl Ordu ile birlikte Moskova, Stalingrad, Kursk ve Berlin savaşlarında cephedeydi. Özellikle Stalingrad Savunması sırasında cepheden yazdığı yazılar Sovyetler Birliği’nde heyecan yaratırken Grossman’a büyük bir saygınlık kazandırıyordu. Savaştan sonra, Almanların işgal altındaki SSCB topraklarında Yahudilere uyguladıkları vahşeti tanıklarla yapılan röportajlarla sergileyen Çornaya Kniga (Kara Kitap) adlı belgeseli -savaşı bir başka cepheden romanlaştıran ünlü yazar İlya Ehrenburg’la birlikte- hazırladı. Kitap önce coşkuyla karşılandı, ancak Stalin’in “kozmopolitizm”e karşı başlattığı kampanya nedeniyle sakıncalı bulunup imha edildi. Yeniden basımı yıllar sonra yapılan bu kitap II. Dünya Savaşı hakkında en önemli çalışmalardan biridir.
Edebiyat ürünleri de benzer bir akibete uğrayacaktı; Narod Bessmerten (Ölümsüz Halk) adlı romanı, tıpkı ilk romanı Stepan Kolçugin gibi Stalin Ödülü’ne aday gösterildi ama bizzat Stalin tarafından veto edildi. Za Pravoye Delo (Haklı Bir Dava Uğruna) adlı romanı hakkında yapılan değerlendirmeler de coşkuluydu, gelgelelim siyasi otoritenin devreye girmesiyle kitap eleştiri yağmuruna tutuldu. Grossman’ın eserlerinin hak ettikleri yere konması Stalin’in 1953’te ölmesiyle gerçekleşecekti. Sovyetlerde yumuşama dönemine girilmiş, Stalin döneminin yasakları bir nebze olsun kalkmış, Grossman’a Kızıl Emek Madalyası verilmişti.
Bu durum Grossman’ı cesaretlendirdi. Hem kendisiyle hem Stalin dönemi ile hesaplaştığı başyapıtı Yaşam ve Yazgı ile Vsyo teçyot romanlarını yazmaya koyuldu. Ne var ki roman henüz yayımlanmadan tehlike bulunmakla kalmayacak, yazarın evi basılarak kopyalarına el konulacaktı. Yakınlarının uyarısı sayesinde bir kopyasını korumayı başarmıştı Grossman. Yaşamının son on yılını Sovyet rejiminin yoğun baskısı altında, eserlerinin hemen hemen hiç birinin yayımlandığını göremeden geçirdi ve 1964’te Moskova’da umutsuzluk içinde öldü. Sovyetler Birliği’nde yıllarca bir efsane olarak anılan Yaşam ve Yazgı, ülke dışına çıkarıldı ve İsviçre’de 1980 yılında yayımlanabildi.
Savaşın gerçek yüzü
Herhangi bir yüzyılın başlangıç ve sonunu ya da karakteristiklerini yaşanan olayların dünyayı etkileme gücüyle ölçeceksek eğer, 20. yüzyıla savaşlar, devrimler ve karşı devrimler çağı demek yanlış olmaz. Alain Badiou’nun Yüzyıl adlı incelemesinde vurguladığı gibi, insanın malzeme olarak kullanıldığı, insan öldürmenin “yeni insanı yaratmak” adına meşrulaştırıldığı 20. yüzyıl, politikanın, hem de politakanın en kabalaşmış hallerinin yüzyılıydı.
O kaba politikaların en kirli yüzüydü I. Ve II. Dünya savaşları. Romanlara konu edilmesi kaçınılmazdı. Akan kanların, feda edilen canların garip bir şehvetle dillendirilip insanın yerine mitlerin konduğu, kahramanlık pelerinine bürünmüş bayağılığa övgüler düzüldüğü hamasi hikaye ve destanlardan söz etmiyorum. Sözünü ettiğim savaş karşıtı tutumdur. Özellikle iki büyük savaşı da yaşamış kuşağın bütün romanlarına sinmiştir savaşa duyulan nefret. Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don, E.M.Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, H.Barbusse’un Ateş, Andre Malraux'un Umut, Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u gibi edebiyatın büyük yapıtlarında savaş atmosferi tarihsel süreçlerin insan kaderlerine yaptığı etkileri göstermesi açısından önemlidir.
Bireysel ve toplumsal kaderler kendilerinin dışında gelişen ve asla önünde durma imkanı olmayan bu büyük kıyamet anında yeniden şekillenirken kimi yazar insan psikolojisini öne çıkarır, kimisi toplumsal etkileri vurgular. Savaşlar bireyin görev, sorumluluk, kin, nefret, korku, ihanet, kaçış, günah, vicdan azabı gibi insani duyguların en çıplak gözlendiği, çığlıklarla yatıştırılabilecek acıların dile getirildiği sahnelere gebedir. Yazarlar bu sahneleri işlerken bağlandıkları dünya görüşünü çarpıcı bir biçimde ortaya koyabilirler. Vasili Grossman Yaşam ve Yazgı'da işte bu yolu izlemiş.
Bir toplama kampında başlayıp Moskova’ya, oradan Stalingrad’a, sonra Almanların Ukrayna’daki cinayetlerine uzanan, mekanlar arasında gidip gelen hikayeye esin kaynağı verenin Tolstoy’un Savaş ve Barış'ı olduğu söylenir. Gidip gelmelerin, çatışmaların romanıdır Savaş ve Barış. Öncelikle savaş ve barış arasındaki salınımın, sonra halk kitleleriyle aristokrasi arasındaki çatışmanın, kültürler arasındaki farkların, kadın erkek ilişkilerindeki iniş çıkışların, askerler ve siviller arasındaki zihniyet ayrımının yarattığı dinamik içinde Tolstoy, pek çok kavram çiftini karşılaştırır. İyi ve kötü, neşe ve keder, saflık ve kibir, modern ve gelenek, umutla umutsuzluk, kahramanlıkla korkaklık gibi pek çok kavram, yazarın dünya görüşünü dolaylı biçimde yansıtmıştır.
Farklı bir çağ, farklı sınıflar, farklı kültürler ve farklı kavramlar… Ama Grossman’ın Yaşam ve Yazgı'da canlandırdığı çatışmalı dünya da hem çağının karakteristiğini yansıtıyor hem de yazarın dünya görüşünü ortaya koyuyor. Sosyalizmle Stalinizm arasına kalın bir çizgi çekmeye çalışmış Grossman. Sosyalist değerlerin totaliterizm karşısında yozlaşıp yenik düşmesine, bireyin “hipnotize edici” böyle bir güç karşısında iradesini yitirip hiçleşmesine, suç ortaklığını sessizce kabullenmesine, hayatın renklerinin yitimine, umutsuzluğa dair bir hikaye anlatıyor.
İnsan olmak
Umutsuzluk dedim, ama büsbütün umutsuz sayılmaz Grossman. Totaliterizm ve savaş karşıtlığını ortaya koyan, savaşın insan hayatlarına yaptığı yıkıcı etkileri gözler önüne seren, boşu boşuna tüketilen hayatları izlerken sanki kendi ömrümüzden tüketiyormuş duygusunu yoğunlaştıran romanı -her şeye rağmen- ne iç karartıcı ne de insan sevgisinden ve inançtan yoksun; “hatta bir Sovyet ya da Nazi toplama kampında bile ahlaki ve insani davranmamızın mümkün olduğuna inanmasında güçlü, ılımlı bir iyimserlik de var”. Grossman insan olmanın ahlaki seçimlerle bağını vurguluor.
Savaş Barış'taki gibi Yaşam ve Yazgı'da da çok sayıda insan portresi ile karşılaşıyoruz. Memurlar, bilim insanları, entelektüeller, generaller, askerler, eski bolşevikler, parti komiserleri, Stalin ve çevresi… Bu insanlara dair çok sayıda yan hikaye okuyacaksınız. Yaşam ve Yazgı için hikayeler bütünü denebilir ve bu hikayelerde Çehov etkisi bulmak mümkün. Toplama kampları, ölülerle dolu savaş alanları, savaş kahramanlarının ihanetle suçlanması, açlık, yokluk ve Stalin rejiminin baskısı çok çarpıcı ve başarılı tasvirlerle sunulmuş. Kısacası 19. yüzyıl Rus edebiyatı geleneğini sürdürmüş Grossman. Savaşın olanca şiddeti içinde sıradan insanların hayatlarına yer verirken zaman zaman Rus mizah geleneğine de uzanmış.
Çok sayıda insan tipi var ama romanın gövdesini oluşturan kahramanlar hep aynı ailenin fertleri. Romanda Grossman’ı bu aileden fizikçi Viktor Ştrum temsil ediyor. Karısı nedeniyle annesini evinde misafir edemeyen, bu nedenle Ukrayna’da esir kampında Almanlar tarafından öldürülen annesine karşı suçluluk duygularıyla dolu Ştrum’un hikayesi Grossman’ın hayat hikayesinden alınmıştır. Romanın en dramatik sahnesinde annenin ölümünü anlatır Grossman. Ştrum’un annesinin ölüme gittiğini bilerek oğluna yazdığı son mektubun bu denli yakıcı olması, yazarın yaşadığı travmadan ne kadar etkilendiğini göstermesi açısından önemli. Yaşam ve Yazgı böylelikle toprak altında yatanlara, en çok da annesine adanmış bir roman niteliği kazanıyor. Nitekim Grossman annesine ölümünün yirminci yıldönümünde yazdığı bir mektupta bu tespiti şu sözlerle doğrulayacaktır; “Ben sen oldum sevgili anne, yaşamım boyunca sen de yaşayacaksın. Öldüğüm zaman bu kitapta yaşamaya devam edeceksin, sana adadığım ve kaderi senin kaderine bağlı olan bu kitapta.”
Grossman’ın gerek annesinin ölümü gerek Stalin rejimiyle yaptığı işbirlik nedeniyle üzerinden atamadığı suçluluk duygularının hikayeye yasımasının dramatik yapıyı güçlendirdiği çok açık, ancak kendisi ile hikayesi arasına yeterince mesafe koyamamasının roman kurgusuna zarar verdiğini söylemeliyim. Olayları aradan yirmi sene geçtikten, Stalin rejiminin iç yüzünü ve bazı olayları o yirmi sene boyunca öğrendikten ve o rejimin sona erdiğini düşündükten sonra yazmış. Ne var ki yirmi yıl içinde öğrendiklerini ve benimsedikleri sanki 1940’larda bu bilgiler ve kavramlar varmışçasına romanına katıyor. Hele ki romanın anlatım zamanında ansızın araya girip romanın anlatım zamanı dışına çıkarak Stalingrad zaferinin on yıl sonrasından haberler vermesi şaşırıcı. Öfkesi anlaşılır ama roman kurgusu açısından kabul edilemez.
Büyük bir iç hesaplaşmayı ve ahlaki seçimini ortaya koyan romanının elinden alınması çok üzmüştü Grossman’ı. Yayımlanması için çok uğraştı. Hruşçov’a yazdığı mektup bir davetle sona erer: “Benim hayatımı adadığım kitap hapiste olduğu sürece benim bugünkü halimde, fiziksel özgürlüğümde bir anlam ya da doğruluk yok. Çünkü ben o kitabı yazdım ve onu reddetmedim ve reddetmiyorum. (...) Kitabımın özgür bırakılmasını istiyorum”.
Aradan elli yıl geçtiği halde insanlık fazla bir yol kat etmiş sayılmaz. Kitap kopyalarının henüz yayım aşamasına gelmeden toplandığı, kitaplarla birlikte fiziksel özgürlüklerin de gasp edildiği, hukuğun bütünüyle siyasallaştığı, adalet duygusunun zedelendiği bir ülkede yaşayan bizler için Grossman’ın trajedisini ve öfkesini kavramak zor değil. Önemli olan Grossman gibi davranabilmek…
Yeni yorum gönder