Fransız tiyatrosu ve çağdaş yazarları günümüz dünyasının hem tektipleşmiş gündelik yaşamının hem de evrensel ‘saçmalık’larını ne kadar eleştiriyorlar buradan takip etmek oldukça güç ama bir yazar var ki her yazdığı o saçmalığa iyice bir dokunuyor. İşin doğrusu, yazmadıkları asıl dokunan. Joél Pommerat yazar olarak boşluğu, yönetmen olarak sözsüzlüğü esas anlatım aracı olarak kullanan bir tiyatro insanı. Eleştirisi daha çok söylenenler arasındaki söylenmeyende. Sahneye koyduğu oyunlarında da, yazılı metin rol kişisi tarafından oynanırken diğer oyuncular kendi rolleri için sözsüz bir oyun çıkarmak zorundalar. Buradan yola çıkarak, Pommerat’ın ilk derdinin eleştiriden çok söz’le ilişkisini çözümlemek olduğu da ileri sürülebilir. Söz’ün gösterilebileceğini ve tiyatro sahnesinde onun da gösterilmesi gerektiğini düşünüyor çünkü. Bunu yapabilmek için de tiyatronun tüm olanaklarını kullanıyor, sınırlarını zorluyor, orada olduğu halde olmayanı arıyor sahne üzerinde. “Ben yazarım. Sözcüklerin ve anlamların yazarı. Ve gerçekten bir yazar olmak için ilk başta bir yönetmen oldum” diyen, sahnede bulunanı metne, metinde bulunmayanı sahneye taşıyan bir arayıcı o.
Tüccarlar’da da arayışını sürdürüyor Pommerat. Oyunuyla, seyircinin ve okurun onunla birlikte günümüz toplum ve bireyinin “gerçekler”inin peşine düşmemizi istiyor. Ama nedir, son günlerde iyice kayıplara karışmadı mı gerçek? Nerede olduğunu kestirmek güç ama ortadan yok edilmesinin sözün gücüyle becerildiği ortada. Ancak sözle sulandırılabilirdi çünkü, yine sözle saptırıldı ve yok sayılarak görünürden kaldırıldı. Gerçek olmayanlar gerçekmiş gibi sunulurken, gerçekler kabul edilmesi güç kâbuslar halini aldı. Söz de gerçek de bulanık artık. Belki de bu yüzden sözü göstermeyi seçiyor yazar. Gerçek kadar sözün de doğrulanmaya, tamamlanmaya, hatta hakkında kuşku duyulmaya ihtiyacı var. Oyuncu, sahnenin ışık, ses gibi tüm ögeleri, kargacık burgacık işaretlerin yanyanalıkta anlam kazandığı yazının, insan bedeninde titreşip çarpışan tuhaf seslerin bir araya gelince varlık bulduğu sözcüğün, okurun ve seyircinin el birliğiyle.
“Şu an duyduğunuz ses
benim sesim.
Boş verin şimdi neredeyim nereden konuşuyorum
hiç önemi yok, inanın.
Burada gördüğünüz benim,
işte benim şimdi ayağa kalkan
konuşacak olan benim…
işte, konuşan benim…”
Kalabalık oyunda konuşan tek kişi o, Kadın. Hayatından bir kesiti anlatırken neler anlatmıyor ki? Kadın’la birlikte Arkadaş’ını da izliyoruz oyun boyunca. İş bulamadığı için yakınlarının yardımıyla ayakta duran ama herkesin oturduğundan daha pahalı bir evde oturan bir arkadaş. Horlanan, ezilen ama aile ve arkadaşlık bağlarıyla gene de bir şekilde kollanan. İşi var Kadın’ın, sevip sevmediğini sorgulamadan kaybetmekten ölesiye korkuyor. Sırtındaki korkunç ağrılara rağmen çalışmaya gittiği bir işyeri var. İş arkadaşları gibi onun için de, ömrünü verdiği fabrikada üretilen silahlarla bombaların nereye verildiği önemli değil. İş etiği diye bir şey aklından bile geçmiyor. Buraya kadar boşlukları doldurmaya başlamış olmalısınız. Dünya barışı için yapılan önleyici savaşların hangisine acaba diye sormuyor elbette kadın. Ama yazar da okur da soruyor.
Tüccarlığın da görüneni görünmeyeni var. Kendini kandıran, kendini kandırmayan, kendini kandırmadığı gibi bir de yanlışı doğru diye satabilen tüccarlar. Bir kaza yüzünden işyeri kapatılan Kadın ve etrafındakiler bir çare aramak için bir araya geldiklerinde, Arkadaş’ın üst kat komşusunun gösterdiği iyi bir örnek bu gerçeğe: Kimi onlar gibi zamanını satıyor kimi kendisi gibi bedenini. Hatta onunki satış bile değil, sadece birkaç uzvunu kiraya veriyor bedeninin; benzer iş yaptıklarından onların sıkıntısını çok iyi anlıyor ve yürekten paylaşıyor. Ama onlar aralarından kovdukları üst kat komşusunu hiç anlamıyorlar. Zaten Politikacı da söylediğine göre bazı satışlar etik olsun olmasın meşrudur.
“Çalışmak bir haktır, evet ama
bir ihtiyaçtır da,
bütün insanlar için.
Hatta
bunun
ticaretini
yaparız biz.
Çünkü bununla hayatımızı kazanırız.
Tüccarlara benzeriz hepimiz.
İşimizi satarız.
Zamanımızı satarız.
En değerli olan şeyimizi
Ömrümüzü.
Hayatımızı.
Bizler kendi hayatlarımızın tüccarlarıyız.
Ve işte güzel olan bu,
soylu olan bu, saygıdeğer olan bu
ve aynanın karşısına geçip de
kendimizi gururla seyretmemizi
sağlayan
bu...”
Bireyin kendisiyle ilişkisi, aile ve toplumla olan bağları, arkadaşlık ve akrabalık yükümlülükleri, ölüleri ve ölülerle iletişimi, aşkın marazi halleri, evlat dahil sahip olma ve kurban verme sorunsalı, savaşlar, silah fabrikaları, medyanın çokyüzlü gücü, politikacının bin bir taklası… Tüm bu gerçekler arasına Pommerat’ın ironik kalemiyle bıraktığı boşluklar oldukça trajik.
Yeni yorum gönder