Edebiyat ödülleri, ister ulusal olsun ister uluslararası, daima tartışmalarla örülü bir ağın içindedir. Çünkü roman, öykü, şiir, kurmaca hatta edebiyatın ta kendisi dahi yüzde yüz objektif bir bakış açısıyla değerlendirilecek, teraziye konulup tartılacak, laboratuvara sokulup incelenecek şeyler değil. Tabii bir de okurun, yani tek tek birbirinden bağımsız binlerce sesin varlığı işin içine girince, seyredin cümbüşü… Ah, unutmadan: İşin siyasi, politik, ideolojik, adam kayırmacılık, çıkarcılık, kankacılık ve sair diğer unsurlarını saymıyorum bile.
Fakat yine okur olarak bizler, ödül alan yazarlara ve eserlere şöyle bir dönüp bakarız. “Nesine ödül vermişler, hele bir okuyalım” diye elimiz o kitaplara uzanır. Pozitif ya da negatif anlamda da olsa bir önyargıyla okuruz bu yazar ve eserleri. “Yok artık, nasıl ödül vermişler buna ya!” diye kızdığımız da olur, “Hak etmiş, ben de olsam ödülü verirdim” diye kendi okurluğumuzu taltif ettiğimiz de, “Yahu ben bir şey anlamadım, ama ödüllere boğulmuş bu kitap, sanırım sorun bende…” diye hayıflanan saf okur ruhuna büründüğümüz de…
Ulusal ödüller meselesine girmek istemiyorum. Uluslararası ödül denince ilk akla gelen Nobel Edebiyat Ödülü ise zaten karışık; malumunuz, bu sene ödül bile verilmedi. (Onu da Murakami düşünsün canım!)
Uluslararası edebiyat alanında son zamanlarda epeyce dikkat çeken, aday listeleri açıklandığı zaman bile edebiyat dünyasına bir hareketlilik kazandıran ödüllerden birisi, hiç şüphesiz Man Booker Uluslararası Ödülü. Man Booker Prize for Fiction adıyla 60’lı yılların sonlarında verilmeye başlanan, yalnızca İngiliz Milletler Topluluğu ülkeleri ve İrlanda vatandaşı olan yazarlara verilen bu ödülün yanına 2005 yılından itibaren eklenmiş uluslararası bir ödül bu. Ülkemizde de hem bu ödülü kazanmış hem de aday listesine giren kitaplar kısa sürede çevrilip okurla buluşma fırsatı buluyor.
HAYAT ACEMİSİ BİR KOMEDYEN
Geçtiğimiz sene (2017) bu ödülü kazanan ve geçtiğimiz günlerde Aylin Ülçer’in çevirisiyle Siren Kitap tarafından yayımlanan Bir At Bara Girmiş de okurla buluştu. Böylece biz Türk okurlar da kitapları daha önce otuz aşkın dile çevrilmiş İsrailli bir yazar olan David Grossman’la tanışmış olduk.
Bir At Bara Girmiş altmışına merdiven dayamış bir tuhaf adamın, bir komedi kulübünde standup gösterileri yapan Dovaleh G.’nin hikâyesi. Daha doğrusu onun bize sahnenin üzerinde, spot ışıkları altında, çoğu meraklı çoğu umursamaz izleyicilerinin karşısında anlattığı hikâyelerden mürekkep bir kitap. Canlı canlı bir stand-up gösterisine tanık oluyoruz kitabı okurken. Fakat işin daha da ilginç yanı, kendisini dinlemesi (kendi deyişiyle, bakması ve görmesi) için gösterisine davet ettiği, mecburen erken emekli olmuş ve bir zamanların en gözde yargıcı olan eski arkadaşının gözlerinden, sözlerinden dinliyor ve görmeye çalışıyoruz bu garip, tuhaf, ilginç adamı.
Kahramanımız Dovaleh, aslına bakılırsa bir gösteri sahnesinin üzerinde durmaktan ziyade, sanki bir psikolog koltuğunda oturur gibi anlatıyor hikâyelerini. Yaptığı birkaç sulu şakayı saymazsak, acıklı bir güldürüden ibaret tüm gösterisi. Geçmişi, çocukluğu, hatıraları… Tüm yapamadığı, olamadığı, şu hayatta bir türlü anlam veremediği ne varsa içinde, döküveriyor üzerimize. Nurdan Gürbilek’in Kemalizmin Delisi Oğuz Atay başlıklı yazısında (Yer Değiştiren Gölge, Metis) Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanındaki Selim Işık ve Tehlikeli Oyunlar romanındaki Hikmet Benol karakterleri için söylediği şeyler, sanırım Dovaleh için de geçerli: “Hayat karşısında beceriksiz”, “hayatın acemisi” bir komedyen, bir soytarı, bir maskara karşımızdaki.
Romanı okurken, aklıma sık sık gelen bir isimdi zaten Oğuz Atay. Özellikle de Hikmet Benol. Fakat Hikmet Benol bilinç ve bilinçdışı tüm unsurlarıyla kendini okura açmış ve salt kendi çıplak gerçekliğiyle karşımızda dururken, Dovaleh kendisine bir yargıç (daha doğrusu bir şahit) tutarak ve kendini açmaktan çok gizlemeye yeltenerek savuruyor sözlerini. Ancak romanın sonlarına doğru, artık gösteri bitmek üzereyken çıkarmayı başarıyor ağzındaki baklayı. Elbette o bakla da kendisinden başkası değil; bakılmayı ve görülmeyi bekleyen kendisi.
“O PALYAÇO BENİM”
Grossman, artık günümüzde komedi denince akla gelen belki de ilk şeylerden biri olan standup gösterisi fikrini oldukça başarılı bir şekilde uygulamış romanında. Böyle bir karakter, ancak bir komedyen olduğu zaman bu kadar ciddiye(!) alınabilirdi çünkü. Tabii burada o ilk akla gelen “O palyaço benim…” klişesine sığınmadığını da belirtmek isterim yazarın. Tersine, komedinin aslında nasıl bilinçdışı bir gizlenme, tutunamamanın tersine çevrilmiş bir gösterisi olduğunu çok iyi görebildiğini düşünüyorum yazarın.
Tam burada, yine Nurdan Gürbilek’in aynı yazısından bir alıntı yaparak ne demek istediğimi daha net bir şekilde açıklayacağımı düşünüyorum:
“Komedi üzerine yazanlar, komikliğe genellikle bir unutma isteğinin eşlik ettiğini söyler; insan unutmak için dalga geçer, geçmişin yükünden kurtulmak için alay eder, der. Öyleyse komedi, o zaman kadar belli bir mesafeden bakılan, insanda korku uyandıran büyülü nesneyi sıradanlaştırmak, büyüyü bozmak, baskı ve korku kaynağı olan resmi düzeni askıya almak, geçici bir özgürlük alanı yaratmak demektir. Bir zamanlar korkulan ya da saygı duyulan şeye gülmek, güleni rahatlatacak; kutsal olandan, yasaklamalardan, geçmişten özgürleştirecektir.”
Buna ek olarak Grossman, bir komedyen karakter üzerinden aslında pek de komik olmayan bir hikâye sunarak, bastırılan duygulardan alternatif bir çıkış yolunun -her zaman komik olmasa da- komediden geçtiği düşüncesini oldukça etkili bir biçimde ele almış Bir At Bara Girmiş romanında. Komik, ama ne tarafından tutarsanız tutun acıklı bir güldürü bu. Oğuz Atay’dan ilhamla söyleyecek olursak, belki de tüm mesele şu aslında: Komiklik sevgili okur, bazı acı anlamlara geliyor.
BİR AT BARA GİRMİŞ
David Grossman
ÇEV: Aylin Ülçer
SİREN YAYINLARI 2018
Yeni yorum gönder