Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tuhaflıklar mahallesi



Toplam oy: 1085
Gonçalo M. Tavares // Çeviren: İpek Gürsoy Kutluyüksel
Kırmızı Kedi Yayınevi
Bu; takıntılı, tuhaf ve günlük tekrarlardan oluşan küçük mevcudiyetlerimizin oldukça eğlenceli hikayesidir.

Böylesi bir fikir ancak Fernando Pessoa’nın hayal gücünden beklenirdi. Beyefendiler, Portekizli yazar Gonçalo M. Tavares’in “O Bairro” adını verdiği büyük bir projeye ait kitaplardan ilki. “O Bairro,” sakinleri ünlü edebiyatçılar ve sanatçılar olan, kurmaca bir mahalleyi anlatacak. Tavares, Pessoa’nın farklı alt benliklere bürünüp kendisine sayısız hayali yazar kimliği yaratmasından etkilenmişe benziyor. Tavares’in karakterlerinin ünlü isimleri var ama bir biyografiden söz etmiyoruz. Bu ünlü isimler, Tavares’in Pessoa’dan ödünç aldığı “heteronym” yaratma fikrinin oyuncuları sadece. Üstelik hepsi birer “flâneur,” daha ne olsun. Ancak Tavares, Pessoa gibi kendisini bu alt benlikler içinde yok etmeyi başaramıyor, belki de amacı kaybolmak değil. Tavares’in hikaye anlatışı mantık bilmeceleri, ironik hayat felsefeleri, gülünç insani tiklerin betimlenmesi ve birkaç didaktik fabl ile iç içe geçmiş benzersiz bir absürt senfoni, tehlikeli olmayan bir kaos. Tavares’ten Batı edebiyat çevrelerinde ne zaman söz edilse, José Saramago’nun onun bir gün mutlaka Nobel kazanacağına dair kehanette bulunması hatırlatılıyor. Sizin de aklınızda bulunsun.

 

Bu kitapta tanışacağımız mahalle sakinleri Paul Valéry, Henri Michaux, Bertolt Brecht, Roberto Juarroz, Italo Calvino ve Robert Walser. Kitabın kapağındaki mahalle haritasını incelerseniz, Tavares’in hikayesini anlatmayı planladığı diğer ünlüleri görebilirsiniz. Tek bir hanımefendi ismi dikkat çekiyor: Bayan Woolf. Bay Henri’nin dediği gibi, “bu işletmede tek bir kadının olmaması ciddi bir mimarlık hatası” olurdu. 

 

“O Bairro” saklanmak, düşünmek, egzantrikliği sınırsız yaşamak ve hayatı “flâneur” olarak geçirmek isteyen beyefendi için bir ütopya. Hapsolmuş, kaybolmuş, çıkışsız hisseden beyefendi için değil. Bay Brecht’in anlattığı hikayeler ve fabllar sayesinde mahalle dışında bir evrenin varlığını öğreniyoruz. Ya da mahallenin nasıl bir ülkede yer aldığını. Bu ülkede iş bulmak için kafasının ve ellerinin kesilmesini kabul edecek muhtaçlar var. Ağaçlar kesiliyor, şairler kuyrukta bekliyor. Her yoksulun yanına iki nöbetçi verilmiş. Haritalar henüz hazır değilken savaşa giden ordu çıkmaz sokağa girmiş. Turistler yanlış rezervasyonla savaşın ortasında bulmuşlar kendilerini. Kendisini ölüme mahkum eden metindeki sözdizimi hataları sayesinde bir adam ülkenin yeni kralı olmuş. Bay Brecht’in anlattıklarını dinleyenlerin sayısının gittikçe arttığını, sayfaların altındaki çizimleri takip ederek görebiliriz.

 

Tavares’in beyefendileri, kişiliklerindeki en baskın, ve genellikle olumsuz bir özelliğin tuzağına düşen, yazar tarafından biraz yargılayıcı bir tavırla çizilmiş Molière karakterlerini hatırlatıyor. Aynı zamanda kitaptaki iki boyutlu çizimler kadar soyutlar. Böylece karakterleri daha da derinleştirmek zorunda kalmıyor Tavares. Metaforik olarak son derece miyop bakışlı beyefendilerin “Aklımı seveyim!” tavırları ve mantık yürütmelerinin, mahallenin dışındaki evrende ne kadar işe yaramaz olduğunu hüzünle hissediyoruz. Mantık, aklın olduğu kadar deliliğin de silahı olabilir. 

 

Çok tuhafsınız beyefendi

 


 

Zıplayıp uzun boylu insanlarla sadece kısa bir süre için aynı boyda olan Bay Valéry, ne olduğu belirsiz bir varlıkla evliydi. Aynaları manzara resimleriyle değiştirdiği için dış görünüşünden habersizdi. Her yere trenle yirmi dakikada varmak yerine, yürüyerek giderdi, çünkü trenle varacağı yerin yürüyerek varacağı yerle aynı olacağının garantisi yoktu. Nesnelerin sadece içini satarak hayatını kazanıyordu. Kahveyi çok seviyordu ve çalışmak ve kahve içmek aynı şeydi. Yani işi kahve içmekti. Paralarını bir kitabın içine saklardı. Daima siyah giyerdi, neşeyi üzerine çekebilmek için. Gölgesinden hiç hoşlanmazdı. Kimi zaman görünür hale gelip ölümü haber veren bir leke olduğu için.

 

Sürekli absent içen Bay Henri, ansiklopedik bilgilerle doluydu. Bilgi, absentin diğer yüzüydü. Bu nedenle petrol gibi içilmeyen sıvılar, bilinmeyen bir dildeki metin gibiydi. Gerçeklik absentle karışırsa daha iyi bir gerçeklik elde edilirdi. Takvimin ne zaman icat edildiğini bilirdi, ama saati şaşırırdı. Zamanın insanı ancak 70 senede öldüreceğini söylerdi ve doktorları sevmezdi. İnsanın yorgunluktan düşünmeye başladığına ve filozof olduğuna inanırdı. Pantolon ceplerinde sıvı taşınmamasına sinir olurdu.

 

Bay Juarroz, sözcüklerin diktatörlüğüne boyun eğmediğini göstermek için nesnelere her gün farklı bir isim veriyordu. Seyahate çıkmayı asla başaramazdı çünkü olmak istediği yer bütün eşyalarının yanıydı. Evdeki bir çekmeceyi boşluğu saklamak için kullanırdı. Adını bilmediği şeylere elini sürmezdi. 

 

Bay Calvino, bazen elinde balon tutarak, bazen de metal bir çubuk taşıyarak yürürdü. Çok uzundu ve yatağı ona küçük gelirdi; o nedenle hep çaprazlama uyurdu. Hayvanının adı şiirdi. Güneş de kitap okuyabilsin diye, kitabın sayfalarını açıp güneşe koyardı. Yürümediği zamanlar, en rahat sandalyeyi en saygın kişiye sunabilmek için, önceden oturup denerdi. 

 

Bir mahalle dolusu yalnızlık

 

Yalnızlık nesneleri fark etmek demek. Bu yalnızlıkta, beyefendilerin nesnelerle ve bazen de vücutlarının parçalarıyla kurduğu takıntılı, bağımlı, çoğu kez ampirik ilişkiler oldukça trajikomik. Elle tutulan bir kahve fincanı kadar, sokakların ve evlerin de beyefendilerin kişiliklerinin uzantıları olması, Tavares’in mahallesini nesneleştiriyor ve küçültüyor.

 

Kuvvetli bir şekilde komşusunun elini sıkarken, “Sadece yetersiz olduğum için bir şeylere dokunurum,” dedi Bay Juarroz. Mahalledeki yalnızlığı daha iyi anlatamazdı. Bay Calvino, insanlara yaklaşma ve insanlardan uzaklaşma oyununun getirdiği çalkantılı deneyimden yorulmuştu. Bay Walser ise doğanın ortasındaki bir eve kapanmayı seçti. Bay Valéry, bir kapı ve ön cepheden ibaret, iki yönden de içeri girilebilir ve dışarı çıkılabilir bir evde, odalar arasında kaybolmamaktan hoşnut. Bay Calvino sonunda keşfedecek ki, dümdüz ve birbirine paralel iki çizginin tam ortası sonsuzluktur. Bu adresi kaydedin.

 

Nesnelerle ve kavramlarla kurduğumuz bize özgü ilişkileri ve rastgele bağlantıları toplasak, hepimizin kişisel tuhaflıklar sözlüğü ortaya çıkar. Kendi varoluşsal dinimize ait bir nevi emirler listesi. Hayatımızın hikayesini anlatır. Bu; takıntılı, tuhaf ve günlük tekrarlardan oluşan küçük mevcudiyetlerimizin oldukça eğlenceli hikayesidir. 

 


 

* Görsel: Onur Atay

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.