Çocuk kitaplarıyla tanıdığımız Buket Tahmaz Savaş, bu kez okuyucunun karşısına bambaşka bir romanla çıkıyor. İçimdeki Gölge, okurun her bölümde yeni bir gerçekliğin kapısını araladığı ve tüm gördüklerini yeni bilgiler ışığında baştan yorumlamak zorunda kaldığı bir izlekte ilerliyor.
Öncelikle, engelli kadrosuyla başvurduğu kütüphanede ilk iş günü olan ana karakterimize dönen bakışları görüyoruz. Kendi sınırları dışında kalan her şeyden ve herkesten alabildiğine tiksinen yaygaracı bir sekreterin sırtına, dış dünyanın tüm tahammülsüzlükleri bindirilmiş. “Özürlü”, “geri zekâlı” ve “sapık” gibi çirkin yaftaların sıklıkla tekrar edilmesi, okuru gündelik hayatta karşılaştığı ya da bilmeden kendi de kullandığı sözcüklerle yüzleştiriyor.
Bunca kötü muameleye karşı dahi suskunluğunu bozmayan karakter sonraki sayfalarda sesine kavuşuyor ve tüm bastırılmışlığın acısını çıkarırcasına, 237 IQ’ya sahip bir gencin hayatı boyunca aşmak zorunda kaldığı (ya da kendi deyimiyle “tercih ettiği”) durumları, babasının eksikliğini, annesinin her şeye rağmen onu kollayışını, önemli kırılma noktalarını anlatıyor. Çünkü yıllarca zihinsel engelli taklidi yapmayı seçse de, kütüphanenin arşiv görevlisinin tanıdık gelen ve önyargılardan uzak gülümseyişi, sanki ona artık her şeyi anlatma zamanının geldiğini fısıldıyor. Artık anlatacak bir şey kalmadığında ise, kamera bu kez arşivcinin gözünden göstermeye başlıyor olayları.
Tüm bildiklerimizi bambaşka bir pencereden izlerken, içimizdeki gölgenin sesini duymazdan geliyor ve bu sefer de yeni gerçekliğin hayaline kapılırken buluyoruz kendimizi. Oysa sayfalar ilerledikçe, tutarsızlıkları ve arka plandaki karanlığı içten içe hissediyoruz. Arşivcinin pişmanlığıyla beraber açılan yeni kapıda, bu kez kitabın ve karakterimizin “tanrısına” çeviriyoruz kameramızı. Böylece büyük resim gözler önüne serilirken, bir kez daha tongaya düştüğümüzü kendimize kızarak fark ediyoruz.
Ya aslında her şey gördüğümüz kadarsa?
Özgürlüğüne kavuşmak adına yıllardır plan yapan bir gencin tüm sırlarının döküldüğü yerin bir kütüphane olması şaşırtıcı değil. Her göze farklı görünen kütüphanenin boyasının altında aslında bambaşka bir şey olduğu fazlasıyla ortada. Borges’ten Murakami’ye tüm yazarların yolunun bir şekilde kütüphanelere ve onların tuhaf yanlarına çıkmasına alışık olan okurlar, ister istemez büyülü gerçekçi noktalar arıyor. Gerçekliğin sadece kedilerce malum oluşu bir ümit doğursa da kurgu içinde kendisine sağlam bir yer bulamıyor. Labirentvari koridorlardan ve kilitli kapılardan geçerken aslında her şeyi gözlemleyen bir kameranın sadece gözlemci olarak kalmayıp alabildiğine müdahil oluşuysa, özgürlük imgesiyle adeta dalga geçiyor.
Delilik ile dâhilik kavramları arasında bocalarken, sırların farklı karakterlerin ağzından anlatıldıkça açığa çıkması, okuru bir anlamda atıl bırakan bir anlatı biçimi. Puslu bırakılan kısımlar ya da çözülmesine ramak kalan düğümler olmaması, kitabı kapattıktan sonra bir tatminsizlik hissi veriyor. Zekanın bunca yüceltilmesine rağmen içten içe lanetlenmesi de insan psikolojinin ters köşe oyunlarından biri olsa gerek.
Öteki olmanın, toplum baskısının ve bu baskının verdiği kapana kısılmışlık hissinin, aslında toplumun en küçük mekanizması olan aile üzerinden verilmesi, çok temel bir soruna parmak basıyor. Gündelik hayatta sıradanlaşmış hakaret sözcükleri, kendisi de bir öteki olarak baskı gören karakterin ağzından bile rahatlıkla dökülebiliyor ve bu da metni belli noktalarda yabancılaştırıyor.
Sayfalar arasına serpiştirilmiş şiirsel anlatı yerine, ana karakterin o boş vermiş mizahi diline metinde daha fazla yer verilseydi diye sık sık düşünsem de karakterlerin yazarı belli noktalara sürükleyip kurguyu dahi kimi zaman baştan yarattığını göz önünde bulundurduğumda yazara da hak vermeden edemiyorum. Bir solukta okunabilecek bu kısa romanın gelgitlerinden sağ çıkarsanız, sizin de benzer fikirlere kapılacağınızdan eminim.
Görsel: Ömer Faruk Yaman
Yeni yorum gönder