Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Üçlemenin sonunda, bir hüzünlü aşk ve veda...



Toplam oy: 1962
Filiz Özdem
Yapı Kredi Yayınları

Ermeni asıllı olduğunu öğrenen bir genç kadının hikayesiyle başlıyordu ilkin. Kökeninin “ötekine” dayandığını öğrendikten sonra kendi de “öteki”leşen kahramanımızın gözünden yaşama dair kişisel, politik bir sorgulamaydı. Bu kişisel-politik sorgulama ikincisinde de bir delinin gözünden devam ediyordu. Deliliğin sınırsız bir özgürlükle trajedi arasında mekik dokuyan o ipeksi haliydi yazarın dillendirdiği... Filiz Özdem’in “Veda Üçlemesi” benliğin parçalanışı ve bu parçalanışın katalizörü ‘aşk’la devam edip, sonlanıyor “Yalan Sureleri” ile.  Zamanın belli bir parçasında aynılaşan çok farklı yaşamları, çok farklı hikayeleri bir üçlemede biraraya getiren yazar, noktayı aşkla koymayı tercih ediyor.

“Yalan Sureleri” her şeyden önce bir aşk romanı. Dakika dakika en baştan yaşanan bir aşkı ve bu aşk ekseninde sorgulanan yaşamı işaret ediyor. Özdem belki de pek çoğumuzun gün içinde defalarca yaptığı bu istemsiz eylemi romanlaştırıyor. Aşkı anlatmak demek, kelimenin o meşum anlamında içerdiği bir kaybedişe sürüklenmek demek aslında. Bu anlamda romanın kahramanı Gözde de, onu anlatan yazar da kaybedişi daha en baştan kabulleniyorlar.

Gözde Kuzey’e duyduğu saplantılı aşkı ve onunla yaşadıklarını tekrar tekrar gözden geçirirken arka planda bir ailenin beş kuşak kadınlarının kırık tarihi tekrar ediliyor.  Yalnız kalan, yalnız ölen kadınlar bunlar. İki kocasını da genç yaşta kaybeden Şazimet Uzun, kocasını yine onun gibi genç yaşta yasak aşka kurban veren kızı Dilruba Yazmacı, kendinden yirmi yaş büyük bir adamla evlenip annesi gibi genç yaşta dul kalan Kaniye Hamzagil, kendisini aldatan kocasını ölene dek affetmeyip yalnız yaşamayı tercih eden Şayeste Veziroğlu ve kızı Gözde Veziroğlu. Erkekleri hayatlarından bir şekilde çok genç yaşta çıkan bu kadınların ortak özellikleri, yüreklerindeki aşkın ve tutkunun yaşamlarından bir türlü çıkamaması. Bu yalnız, güçlü ama bir o kadar hüzünlü kadınların kaderi kahramanımız Gözde Veziroğlu’nda nihayetleniyor.

Gözde’nin altı aylıkken kaybettiği kocası Bulut’la başlayan ve onun ardından hayatına bir girip bir çıkan Kuzey’le devam eden mutsuz aşk hayatı, erken yaşta yakalandığı kanserle bir anlamda taçlanır. Mutsuzluğu bedenine fazla geliyor, ölümünü ise uzatmak istemiyordur çünkü. “Üstü hafifçe aralanmış tuhaflığın geçmişten mi, şimdiden mi, yoksa gelecekten mi haberler verdiğini bilmiyordum. Hatırlama mı bütün bunlar, uyarı mı, haber mi... Bunu da bilmiyorum... Var olan bütünlüğümün içinden bakarak söyleyebilirim ki, işaret taşları onlar, belki de başka bir zamanın zeminine dikilmiş; ama ben henüz ne o zamandayım ne de onun zemine basmaya muktedirim.” İşaret taşlarıyla ilerliyor “Yalan Sureleri”, Gözde’nin benliği bölünüp parçalara ayrıldıkça her işaret taşı benliğin başka bir yüzüne dönüşüyor.

Ancak Yalan Sureleri’nin kahramanı Gözde, her ne kadar tek tek anlamlandırıyorsa da benliğinin işaret taşlarını, hikaye ister istemez okurunun yüzüne kapanıyor. Aşkın anlatımı kahramanın ruh durumuna yaklaştırsa da bizleri, git gide hikayeden koparıyor. Daha doğru bir söyleyişle, Gözde’nin Kuzey’e duyduğu aşkın anlatımı, onunla tamamlanan, bütünlenen beş kuşak kadının zengin hikayesini ne yazık ki gölgede bırakıyor. Yazarın sözüne cimri d avrandığı arka planın eksik taşları kahramanımızın duyduğu saplantılı aşkla özdeşim kurmamızı engelleyip, bir anlamda aşkı anlamdan bağımsız kılıyor. Yalan Sureleri, keşke dedirtiyor insana, yazar keşke bu “Yalnız kalan, yalnız ölen kadınlar ağacını” bir parça daha anlatmayı tercih etseydi. Kadınların talihi de tarihi de bir olan o hüzünlü büyük hikayenin önündeki perdeyi tamamen açabilseydi. İşte o zaman bugünün acısını da, aşkını da genetik sapmalarını ve saplantılarını da daha iyi anlamlandırabilirdik.

Ancak her şey bir yana, diyebilirim ki “Korku Benim Sahibim”, “Düş Hırkası” ve “Yalan Sureleri”nden mürekkep “Veda Üçlemesi”nin hangi kitabından başlarsanız başlayın, Filiz Özdem’i tanıdığınıza memnun olacaksınız.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.