Ermeni asıllı olduğunu öğrenen bir genç kadının hikayesiyle başlıyordu ilkin. Kökeninin “ötekine” dayandığını öğrendikten sonra kendi de “öteki”leşen kahramanımızın gözünden yaşama dair kişisel, politik bir sorgulamaydı. Bu kişisel-politik sorgulama ikincisinde de bir delinin gözünden devam ediyordu. Deliliğin sınırsız bir özgürlükle trajedi arasında mekik dokuyan o ipeksi haliydi yazarın dillendirdiği... Filiz Özdem’in “Veda Üçlemesi” benliğin parçalanışı ve bu parçalanışın katalizörü ‘aşk’la devam edip, sonlanıyor “Yalan Sureleri” ile. Zamanın belli bir parçasında aynılaşan çok farklı yaşamları, çok farklı hikayeleri bir üçlemede biraraya getiren yazar, noktayı aşkla koymayı tercih ediyor.
“Yalan Sureleri” her şeyden önce bir aşk romanı. Dakika dakika en baştan yaşanan bir aşkı ve bu aşk ekseninde sorgulanan yaşamı işaret ediyor. Özdem belki de pek çoğumuzun gün içinde defalarca yaptığı bu istemsiz eylemi romanlaştırıyor. Aşkı anlatmak demek, kelimenin o meşum anlamında içerdiği bir kaybedişe sürüklenmek demek aslında. Bu anlamda romanın kahramanı Gözde de, onu anlatan yazar da kaybedişi daha en baştan kabulleniyorlar.
Gözde Kuzey’e duyduğu saplantılı aşkı ve onunla yaşadıklarını tekrar tekrar gözden geçirirken arka planda bir ailenin beş kuşak kadınlarının kırık tarihi tekrar ediliyor. Yalnız kalan, yalnız ölen kadınlar bunlar. İki kocasını da genç yaşta kaybeden Şazimet Uzun, kocasını yine onun gibi genç yaşta yasak aşka kurban veren kızı Dilruba Yazmacı, kendinden yirmi yaş büyük bir adamla evlenip annesi gibi genç yaşta dul kalan Kaniye Hamzagil, kendisini aldatan kocasını ölene dek affetmeyip yalnız yaşamayı tercih eden Şayeste Veziroğlu ve kızı Gözde Veziroğlu. Erkekleri hayatlarından bir şekilde çok genç yaşta çıkan bu kadınların ortak özellikleri, yüreklerindeki aşkın ve tutkunun yaşamlarından bir türlü çıkamaması. Bu yalnız, güçlü ama bir o kadar hüzünlü kadınların kaderi kahramanımız Gözde Veziroğlu’nda nihayetleniyor.
Gözde’nin altı aylıkken kaybettiği kocası Bulut’la başlayan ve onun ardından hayatına bir girip bir çıkan Kuzey’le devam eden mutsuz aşk hayatı, erken yaşta yakalandığı kanserle bir anlamda taçlanır. Mutsuzluğu bedenine fazla geliyor, ölümünü ise uzatmak istemiyordur çünkü. “Üstü hafifçe aralanmış tuhaflığın geçmişten mi, şimdiden mi, yoksa gelecekten mi haberler verdiğini bilmiyordum. Hatırlama mı bütün bunlar, uyarı mı, haber mi... Bunu da bilmiyorum... Var olan bütünlüğümün içinden bakarak söyleyebilirim ki, işaret taşları onlar, belki de başka bir zamanın zeminine dikilmiş; ama ben henüz ne o zamandayım ne de onun zemine basmaya muktedirim.” İşaret taşlarıyla ilerliyor “Yalan Sureleri”, Gözde’nin benliği bölünüp parçalara ayrıldıkça her işaret taşı benliğin başka bir yüzüne dönüşüyor.
Ancak Yalan Sureleri’nin kahramanı Gözde, her ne kadar tek tek anlamlandırıyorsa da benliğinin işaret taşlarını, hikaye ister istemez okurunun yüzüne kapanıyor. Aşkın anlatımı kahramanın ruh durumuna yaklaştırsa da bizleri, git gide hikayeden koparıyor. Daha doğru bir söyleyişle, Gözde’nin Kuzey’e duyduğu aşkın anlatımı, onunla tamamlanan, bütünlenen beş kuşak kadının zengin hikayesini ne yazık ki gölgede bırakıyor. Yazarın sözüne cimri d avrandığı arka planın eksik taşları kahramanımızın duyduğu saplantılı aşkla özdeşim kurmamızı engelleyip, bir anlamda aşkı anlamdan bağımsız kılıyor. Yalan Sureleri, keşke dedirtiyor insana, yazar keşke bu “Yalnız kalan, yalnız ölen kadınlar ağacını” bir parça daha anlatmayı tercih etseydi. Kadınların talihi de tarihi de bir olan o hüzünlü büyük hikayenin önündeki perdeyi tamamen açabilseydi. İşte o zaman bugünün acısını da, aşkını da genetik sapmalarını ve saplantılarını da daha iyi anlamlandırabilirdik.
Ancak her şey bir yana, diyebilirim ki “Korku Benim Sahibim”, “Düş Hırkası” ve “Yalan Sureleri”nden mürekkep “Veda Üçlemesi”nin hangi kitabından başlarsanız başlayın, Filiz Özdem’i tanıdığınıza memnun olacaksınız.
Yeni yorum gönder