Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Umudu Beklediğimiz Dünya: Cafe Esperanza Ve Bastiani Kalesi



Toplam oy: 150
İster adına Café Esperanza diyelim, istersek Bastiani Kalesi; yaşadığımız şu dünyada umutsuzlukların da bir umut doğurabildiğini, umudun evimiz ve evlerimizin de kalbimiz olduğunu tekrar tekrar tecrübe ediyoruz.

Ali Teoman, yalnızca yazdıklarını değil, hayatını da -bir bakıma- kurmacaya çeviren nadir yazarlardan. İlgilisi elbette bilir Nurten Ay olayını: Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı kitabını ilk olarak Nurten Ay imzasıyla yayınlamış, bu isimle ödüller almış ve bu edebi oyununu yıllar yıllar sonra açıklamıştı Ali Teoman. Sonra beyninde oluşuveren bir tümör, tam iyileşti derken kendini yenilemesi… Genç denecek bir yaşta gelen ölüm ama ne mutlu ki bize yan yana dizilince bir kitaplık rafını dolduran çok kıymetli eserleri bırakması… 2009 yılında, hayata gözlerini yummadan iki sene evvel, “Fransa’da Türkiye Mevsimi” etkinlikleri çerçevesinde Fransız Kültür Bakanlığı’nca Strazburg’a özel olarak davet edilen Ali Teoman’dan bir öykü yazması istenir. “Esinini Strazburg’dan alan” bu öykü, beklenenden biraz uzun bir öykü olur ve Café Esperanza başlıklı bir novella/kısa roman olarak 2010 yılında önce Fransızca olarak Fransa’da, sonrasında da Türkçe olarak ülkemizde yayımlanır. Ali Teoman külliyatını bünyesinde toplayan YKY tarafından geçtiğimiz günlerde yeniden yayımlanan bu kısa roman, en kestirme tarifiyle, umudun hikâyesidir…

 

Zaten kitabın adı da kendisini ele veriyor: “Esperanza” demek, “umut” demek İspanyolcada. Café Esperanza da hikâyemizin kahramanı olan üç gencin sürekli bir araya geldikleri, hatta çoğu zaman buradan hiç ayrılmadıkları mekânın adı: Umudu bekledikleri bir dünya. Mühendislik eğitimi alan Altuğ, Cioran’ın hemşerisi olan Doğu Avrupalı felsefe öğrencisi Xeno ve sokak ressamı, güzel sanatlar öğrencisi olan Brezilyalı Rapazinho; bu üç arkadaşın, özelikle de anlatıcı karakter Altuğ ve konuşmaya bayılan, laf ebesi Xeno’nun sohbetlerinden kesitler toplamı diyebiliriz bu kısa roman için.

 

Umut, ama nerede?

 

Varoluşun ve elbette ki umudun biçimlerinin sorgulandığı sohbetlerdir bunlar. Üç ayrı kültürden gelen, biri resmetmeyi seçmişken diğer ikisi yazmaya kendilerini adamış üç zihnin çarpışması. Felsefe alanında doktora tezi hazırlayan Xeno, Doğu Avrupa’nın Baudrillard’ı olma umuduyla yapıtını hazırlarken asıl “Doğulu” olan Altuğ roman yazma telaşında ve bolca da soru işaretleri arasındadır. Çünkü hep düşünür durur Altuğ, umut nerededir diye: Yazdıklarımızda mı, yaşadıklarımızda mı, yaşamdan aldığımız hazda mı?

 

“Hiç dolmayacak bir boşluğa doğru, durup dinlenmeksizin, önünü ardını düşünmeden, çabuk çabuk yazıyoruz. Belki de en iyisi, kalemtıraşta eriyip giden bir kurşunkalem olmak.” Sanırım bu kısacık romandan bu kadarcık bahsetmek yeterli. (Daha fazlası, müstakbel okurunun kitaptan alacağı tadı eksiltebilir çünkü.) Fakat umut demişken, “umut” adlı bir kafede bekleyenlerden söz açmışken, biraz da kendimizden bahsetmekten yarar var: Malum salgın ülkemizi ve dünyayı sarmışken, umut da sanırım bizlerin en birinci gereksinimi haline geldi; hep öyleydi belki ama daha belirginleşti, diyelim. Birçok insan evlerinde kalmaya devam ederken, filmlere ve özellikle kitaplara sarıldılar bir umut…

 

Umuda oldukça farklı bir açıdan bakan bir roman olarak, Dino Buzzati’nin meşhur Tatar Çölü de bu sıralar en çok okunan kitaplardan birisi. Bastiani Kalesi’nde yıllarca, kuzeyden, Tatar Çölü’nden gelecek olan düşmanı bekleyen ve tüm ömrünü bu bilinmez bekleyişe adayan Teğmen Drogo’nun kaderine bizler de artık her gün ortak oluyoruz.

 

Teğmen Drogo’nun umudu beklediği dünyası Bastiani Kalesi’ndeki gibi bizler de iyice sıkışıp kalmadık mı şu dünyada? Hiç tanımadığımız, görmediğimiz bir düşmandan korurken kendimizi, bir yandan da umudumuzu korumaya çalışıyoruz, değil mi? Yoksa farklı anlamlara bürünmüş umudun da hiçbir işe yaramayan, modern insanın kendisini kandırması için yeniden üretilmiş bir yanılsama olup olmadığını mı sorguluyoruz? Umut; ama nerede?

 

Yine de gönlümüzdeki hakiki umudun hiç solmaması için çabalamaktan başka tutunacak bir dalımız yok. İster adına Café Esperanza diyelim, istersek Bastiani Kalesi; yaşadığımız şu dünyada umutsuzlukların da bir umut doğurabildiğini, umudun evimiz ve evlerimizin de kalbimiz olduğunu tekrar tekrar tecrübe ediyoruz.
Kitaplar da, bizlere sundukları tüm umut ve umutsuzluk hikâyeleriyle, bu süreçte de hayatlarımıza rehberlik etmeye devam ediyor elbette…
Çünkü unutmamalı ki anlatılan her ne varsa şu gök kubbede, bizim hikâyemizdir. Şifamız içindir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.