Bazı ölümler vardır ki bizi (bizi derken toplumu kastetmek isterdim aslında; ama maalesef değil, eli kalem tutanları, az buçuk mürekkep yalamışları, ara sıra da olsa okumayı iş edinenleri kastediyorum mecburen) derinden yaralar. Düşünceleriyle yaşadığımız çağa hiza verme yetisi olan bu kişilerin ölümlerinin ardından birkaç satır yazmak da alışkanlık haline gelmiştir. Bende gelişmemiş bu alışkanlık. Can Yücel’in ardından tek satır yazmadım mesela. Ece Ayhan’ın ardından özellikle sustum. Cemal Süreya ölünce, “keşke yalnız bunun için sevseydim seni” dizesini deliler gibi kıskandığımı bile söyleyemedim. Yaşasa söylerdim aslında. Ölünce kilitlendi dilim.
Şimdi ne oldu da Ünsal Hoca’nın ölüm haberini alır almaz Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım’ı yeniden okumaya kalktım, bu da yetmezmiş gibi Sabit Fikir’de yayınlamak üzere bu yazıyı kaleme almaya başladım, bilmiyorum. Kendimi hayatım boyunca yıkanmak istemeyen değil, basbayağı yıkanmayan (!) bir çocuk olarak gördüğümden midir, Ünsal Oskay beni anlattığından mıdır, yoksa bu cümledeki “ben”in akıl almayacak derecede çoğul olmasından mıdır, bunu da bilmiyorum.
Türkiye’de pek örneğine rastlamasak da, en azından çeviri kitaplar sayesinde “popüler felsefe”ye az biraz yatkınlığımız oluştu. Ama “popüler sosyoloji” kavramını (en azından ben) hiç duymadım. Ama “popüler sosyoloji” olarak adlandırabileceğimiz bu yaklaşımın, bazı öncü isimler sayesinde, son yıllarda oldukça revaçta olduğunu düşünüyorum. Bence Ünsal Oskay, adının önüne yazabileceğimiz daha birçok titr’in ötesinde, Türkiye’nin popüler sosyoloji alanındaki öncülerinden ve en yetkin isimlerinden biriydi. O yüzden de onu kaybedince, aynamı kaybetmiş gibi oldum; içbükey aynamı!
İstendiği kadar aksi iddia edilsin, henüz gerçek anlamıyla bir kimlik oluşturamamış, Doğu ve Batı kültürleri arasında sıkışıp kaldığı için birbirinden bağımsız ve uzlaşması mümkün olmayan birçok köke, kökene ve geleneğe aynı anda sahip olma trajedisini yaşayan, belki de dünyanın en girift toplumunda yaşıyoruz ve gündelik hayatımızın en ufak kodları bile incelenmeye değer. Bundan dolayı, davranışlarımızın, düşüncelerimizin, hatta kalıtsal tepkilerimizin bile analiz götürür özellikleri var.
Dinlediğimiz müziklerden dolmuş şoförüyle konuşma biçimimize, hamam taburesinde oturuş şeklimizden tezgâhtar kızların etek seçimine kadar her şeyde sayısız “bize özgü”lük var ve bunların analizi yapılmadıkça ne kendimizi, ne de yaşadığımız toplumu anlamak olanaksız. Bunu akademik bir dille değil de, yalın bir şekilde, aynı zamanda da keyifli, hatta ironik bir biçimde bize yansıtan isimlerin başında da Ünsal Oskay geliyordu. Ben, Ünsal Hoca’yı o yüzden toplumun içbükey aynası olarak görüyor, haddinden fazla seviyor ve kendimi tanımak için bile ona başvuruyordum.
Ölüm, ölen için bir bedel değildir asla; ama Ünsal Oskay’ın ölümü benim için bir bedel oldu. Hepsi bu.
Doğu toplumlarında ütopik düşüncenin olmadığını hepimiz az çok biliriz, tahmin edebiliriz en azından. Ama bunun nedenini merak ediyorsak, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım’a başvurmamız gerekir. İçinde cebelleşip durduğumuz popüler kültürün ideolojik yanının ne olduğunu öğrenmek için de tabii. Hatta, çizgi romanların siyasal işlevini anlamak için de başvurulacak önemli bir kaynaktır bu kitap. Dahası, kendimiz, yani toplumun içinde yuvarlanıp giden bir birey anlamında kendimiz tanımak için de…
Kısacası, şu andan itibaren hayatımızda bir değişiklik yapalım ve yıkanmak istemeyen çocuklar olalım. En azından olmaya çalışalım. Küçücük de olsa bir çaba harcayalım bunun için!
Hayatın, başkaları için nasıl bir felaket ama bizim için ne kadar yaşanılası bir yer olduğunu hayretler içinde göreceğiz o zaman.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder