Hemen herkesin bir gün anlatmak üzere beklettiği güzel bir hikayesi vardır. Bu hikayeler sabırla yıldızının parlayacağı anı bekler durur. Bazısı söylenmeden kalır, bazıları dilden dile aktarılıp anonimleşir. Çocukluktan kalma hüzünlü hikayeler, lisedeki haşarılıklar, gündelik hayatın sıradanlığını delip geçen olağanüstü anlar, rastlaşmalar, tesadüfler; ilk aşklar, nesilden nesile miras bırakılan eşyalar, kayboluşlar ve buluşlar. Hepsi, insanlığın büyük nisyanından kaçmak için anlatılmayı bekler.
Paul Auster, Ulusal Radyo’da okumak üzere dinleyenlerden ona “kısa ama yaşanmış” hikayeler göndermelerini istediğinde, bu kadarını beklemiyordu kuşkusuz. Bir yılda 4 bin civarında öykü gönderilmişti. Auster ise gönderilenler arasından radyoda 15 dakikada okunabilecek olanları seçip seslendiriyordu. Yalın ama yalınlığında büyük bir gerçeklik barındıran bir proje. Takip eden yılda bu hikayelerin 179 tanesi yayımlandı: Babamın Tanrı Olduğunu Sandım.
Bir sayfa, bir sayfa daha
Çoğu birer ikişer sayfalık bu hikayeleri, Auster kabaca bölümlere ayırmış: Hayvanlar, Nesneler, Aileler, Komedi, Yabancılar, Savaş, Aşk, Ölüm, Düşler, Düşünceler. Hikaye gönderenlerin çeşitliliğine bakınca 32 kısım tekmili birden Amerikan insanının panoraması denebilir. Koca coğrafyanın dört bir yanından, farklı sosyo-ekonomik sınıflardan insanlar, heybelerinde biriktirdikleri hikayeleri bir kuşun kanadına takarak göndermişler.
Kitapsız uykuya dalamadığınızı biliyoruz. Bu haliyle antoloji kalın ve heybetli görünebilir. Ancak kısalıkları ve birbirlerinden bağımsız okunabilmeleri sayesinde Babamın Tanrı Olduğunu Sandım tam bir uyku öncesi kitabı. Ancak dikkat edin, “bir sayfa, bir sayfa daha…” diye diye sabahı da getirebilirsiniz uykudan önce!
Yazımızın bu aşamasında, kitaba adını veren değil de, bu yazıya adını veren hikayeden söz açalım. Güney Kaliforniya’dan Kristine Lundquist yazıyor. Büyükannesinin kendi elleriyle unutmabeni çiçeği desenleri çizdiği porselen yemek takımının fincanları ve kaseleri, bir taşınma sırasında kaybolur. Yıllarca takım eksik kalır ve annesinin vefatının ardından takım Kristine’e miras kalır. Bitpazarlarını dolaşmaktan hoşlanan Kristine bir gün sabahın köründe kalkarak bitpazarına gider, dolaşmaktan yorularak dönmeye niyet etmişken son bir tezgaha daha bakmaya karar verir. Ve ta-da! Yıllardır kayıp olan elle boyanmış ve büyükannesinin imzasını taşıyan fincanları ve kaseleri tastamam bulur. Bir kurmaca olsa da, zorlama diyeceğimiz gündelik hayatın içinde birden parlayan bu olağanüstü anlar ve tesadüfler, unutma beni demeyi hak ediyor elbet.
Tüm dünya ve dahi ABD’nin okuryazarları yaratıcı yazarlık atölyelerine gidedursunlar, öykü tekniklerini ve işin tüm trüklerini öğrenedursunlar, bu antolojideki hikayeler yalınkat gerçeklikleri ve samimiyetleriyle tüm o kurmaca eserlerden bir adım öne çıkıyor. Elbette tüm hikayelerin birer şaheser olduğunu söylemiyoruz, ancak ilhamın ve sağlam bir hikayenin peşinde serazat gezen öykücülerin böyle gerçek hikayelerden öğrenecekleri var kuşkusuz.
* Görsel: Ahmet İltaş
Yeni yorum gönder