Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Unutmabeni çiçekleri



Toplam oy: 1006
Babamın Tanrı Olduğunu Sandım tam bir uyku öncesi kitabı. Ancak dikkat edin, “bir sayfa, bir sayfa daha…” diye diye sabahı da getirebilirsiniz uykudan önce!

Hemen herkesin bir gün anlatmak üzere beklettiği güzel bir hikayesi vardır. Bu hikayeler sabırla yıldızının parlayacağı anı bekler durur. Bazısı söylenmeden kalır, bazıları dilden dile aktarılıp anonimleşir. Çocukluktan kalma hüzünlü hikayeler, lisedeki haşarılıklar, gündelik hayatın sıradanlığını delip geçen olağanüstü anlar, rastlaşmalar, tesadüfler; ilk aşklar, nesilden nesile miras bırakılan eşyalar, kayboluşlar ve buluşlar. Hepsi, insanlığın büyük nisyanından kaçmak için anlatılmayı bekler.

 

Paul Auster, Ulusal Radyo’da okumak üzere dinleyenlerden ona “kısa ama yaşanmış” hikayeler göndermelerini istediğinde, bu kadarını beklemiyordu kuşkusuz. Bir yılda 4 bin civarında öykü gönderilmişti. Auster ise gönderilenler arasından radyoda 15 dakikada okunabilecek olanları seçip seslendiriyordu. Yalın ama yalınlığında büyük bir gerçeklik barındıran bir proje. Takip eden yılda bu hikayelerin 179 tanesi yayımlandı: Babamın Tanrı Olduğunu Sandım.

 

Bir sayfa, bir sayfa daha

 

 

Çoğu birer ikişer sayfalık bu hikayeleri, Auster kabaca bölümlere ayırmış: Hayvanlar, Nesneler, Aileler, Komedi, Yabancılar, Savaş, Aşk, Ölüm, Düşler, Düşünceler. Hikaye gönderenlerin çeşitliliğine bakınca 32 kısım tekmili birden Amerikan insanının panoraması denebilir. Koca coğrafyanın dört bir yanından, farklı sosyo-ekonomik sınıflardan insanlar, heybelerinde biriktirdikleri hikayeleri bir kuşun kanadına takarak göndermişler.

 

Kitapsız uykuya dalamadığınızı biliyoruz. Bu haliyle antoloji kalın ve heybetli görünebilir. Ancak kısalıkları ve birbirlerinden bağımsız okunabilmeleri sayesinde Babamın Tanrı Olduğunu Sandım tam bir uyku öncesi kitabı. Ancak dikkat edin, “bir sayfa, bir sayfa daha…” diye diye sabahı da getirebilirsiniz uykudan önce!

 

Yazımızın bu aşamasında, kitaba adını veren değil de, bu yazıya adını veren hikayeden söz açalım. Güney Kaliforniya’dan Kristine Lundquist yazıyor. Büyükannesinin kendi elleriyle unutmabeni çiçeği desenleri çizdiği porselen yemek takımının fincanları ve kaseleri, bir taşınma sırasında kaybolur. Yıllarca takım eksik kalır ve annesinin vefatının ardından takım Kristine’e miras kalır. Bitpazarlarını dolaşmaktan hoşlanan Kristine bir gün sabahın köründe kalkarak bitpazarına gider, dolaşmaktan yorularak dönmeye niyet etmişken son bir tezgaha daha bakmaya karar verir. Ve ta-da! Yıllardır kayıp olan elle boyanmış ve büyükannesinin imzasını taşıyan fincanları ve kaseleri tastamam bulur. Bir kurmaca olsa da, zorlama diyeceğimiz gündelik hayatın içinde birden parlayan bu olağanüstü anlar ve tesadüfler, unutma beni demeyi hak ediyor elbet.

 

Tüm dünya ve dahi ABD’nin okuryazarları yaratıcı yazarlık atölyelerine gidedursunlar, öykü tekniklerini ve işin tüm trüklerini öğrenedursunlar, bu antolojideki hikayeler yalınkat gerçeklikleri ve samimiyetleriyle tüm o kurmaca eserlerden bir adım öne çıkıyor. Elbette tüm hikayelerin birer şaheser olduğunu söylemiyoruz, ancak ilhamın ve sağlam bir hikayenin peşinde serazat gezen öykücülerin böyle gerçek hikayelerden öğrenecekleri var kuşkusuz.

 


 

* Görsel: Ahmet İltaş

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.