Yaşadığı her şeyi gizliden gizliye polisiye yaşayan canlılarız; itiraf etmek lazım. Çünkü önce ceza, sonra suç’la büyüdük. Cehennemde doğan, günahını tanımak ve anlamak için savaşırken cenneti en başında unutur. İşte bu nedenledir ki cehennem gerçek, cennet hayal gibidir. Kötülüğün vücut bulup ayağa kalkışı, yaradılışı teslim alışı, insana ait olana vahşi hakikati sunarken teklifsiz davranması psikolojinin alanıysa da kriminolojinin devreye girdiği nokta doğa kanunlarıyla sosyolojinin çatışma noktasıdır sonuçta. Sürüden her ayrılanı kurt kapmaz; sürüden ayrılanlardan bazıları bile bile kurt kimliği edinmeye gitmiştir. İyinin kredisi azken kötünün risk alması söz konusu değildir; iyi her zaman kaybedebilir, kötü ise kayıptır zaten. Ortada görünmemeyi seçmiş, saklanmış, saklanmanın tadını çıkartmayı öğrenmiştir. İyi gitgide rutinleşirken kötü tiryakilik yaratacaktır olsa olsa. Oscar Wilde, Önemsiz Bir Kadın adlı oyununda bunu şöyle özetler: ‘Bir ermişle bir günahkâr arasındaki tek fark, her ermişin bir geçmişe, her günahkârın bir geleceğe sahip olmasıdır.’
Kötü ile ilgilenenin avangart eğilimleri de buna bağlıdir diyebiliriz; sokağa inmesi, kalabalıkla doğrudan buluşması da bu iddiayı güçlendirir. Gözden uzak tutulan yalnızca nedendir aslında. Sonuç daima sergilenir ya da ele geçirilir. İyinin bir olaya bağlı olması karşısında kötünün bir hal olması suçu tanımlarken atlanmaması gereken bir durumdur; polisiye de bunun lezzetini çoğu kere tatmıştır. Ezberlenen iyilik, doğaçlama kötülüğü alt etmekte zorlanacaktır. Kötünün dinamik yapısı onu çekici kılar saptamasını yapabiliyorsak müdahale hakkını bir yanlış özgürlük hazzına dönüştürmesi ve aşırı derecede kişisel / grupsal olması ipuçlarımızdır. Kötü ipucu bırakmaktan hoşlanır. Bu önlemsizlikten çok ifşadır. Yoksa herkes dolandırıcı zombilere, gey kurtadamlara hızla inanmayı sürdürür. Kötülüğün adlandırılmayı değil tanımlanmayı sevmesi mühim işte. Yoksa bütün feth-i kabir işlemlerinin ardından ulaşacağımız tek veri, masal gibi geçen hayatlar olurdu.
Polisiye edebiyat, sözünü ettiğimiz kötünün zekâ ile sınanması demektir; kötünün peşine düşen zekâ, şüphenin rehberliğinde ilerledikçe sürprizlere ve şaşkınlığa ulaşır. Okurun kendisi bir kanıttır artık. Yazar, okuru kanıt olarak kullandığında her şey aydınlığa kavuşacaktır.
İçinde ölmek isteyebileceğiniz bir roman
Raymond Chandler 1888 Amerika doğumlu bir İngiliz vatandaşı; sonradan uyruk değiştirse de gençliğinde Avrupa’da tatlı serseri bir hayat geçirdikten sonra yine Amerika’ya dönüp yerleşen bir yazar. Ergenken şiirle ilgilense de hikâyeye, romana başlaması kırklı yaşlarına denk geliyor. Yarattığı dedektif Philip Marlowe’un ünüyle sonraları Hollywood’a gidip senarist olarak çalışıyor. Yakasına yapışan fırtınalı bir aşk da o nereye giderse onunla beraber hep. Göldeki Kadın, Chandler’ın yine dedektifine rol verdiği bir polisiye. Kötülüğü insan ilişkilerinde arayan bir entrikalar yumağı. Yazarın kaleminin kıvraklığı için öne süreceğimiz bir belge de var kitabın haricinde; o da Hitchcock gibi büyük bir ustaya senaristlik yapmış olması. Annesinin otoriter yapısı ve sevgilisine bu nedenle de bir türlü kavuşamaması farklı kadın kimliklerini incelemesinde özel yöntemler geliştirmesini sağlıyor. Kadınları seviyor Chandler; eşinin ölümünden sonra girdiği bunalımla intihara kalkışması, ardından sağlığını yitirmesi yeterli değil mi?
Hayatı, kadınları, bağımsızlığını seven bir yazarın polisiye romanından bir ömür özeti çıkartmak, kötülük hakkında üstünkörü fikir yürütmekten daha iyi. Editör olarak Ahmet Ümit’in, başarılı çevirisi ile Gül Bostancı’ının katkılarını da atlamamak lazım. Okurken içinde ölmek isteyebileceğiniz bir roman kısaca.
Yeni yorum gönder