Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Üst üste kaç kaza bir hayat kurtarır



Toplam oy: 1040
Sizin yaşadığınızı hissedebilmeniz için karşınızdakinin ölmesi şartını aramanız oldukça yaygın bir sapkınlıktır ve yerkürede buna ağıt denir.

Bir söylentiye göre Baudrillard, “Kaza hem yaşamı biçimlendiren bir şeydir hem de yaşamın cinsel organıdır,” demiş. Kazanın ileriki anlarla ilgili bir kırılma noktası olması, rastlantısallığı, aslında tamamen açtığı çatışma alanıyla ben ve öteki(ler) üzerinden sorgulamalara sebebiyeti kafayı sıyırmak için yeterli. Çünkü kazayı yapanın kaza ile ilişkisi yalnızca bir sorumsuzluk ya da dikkatsizlik diye sınıflandırılmamalı, mümkünse sosyal intikam, borderline kişilik, travmanın getirisi adrenalin stoğu gibi içten içe benmerkeziyetçi gösterilere de temas etmelidir. Mağdur kazazedenin ise durumu vahimdir: Bir kötülüğe kurban olarak seçilmek.

 

Yaralananın/sakat kalanın eksilen bütünlüğü toplumdaki güç odaklarının ilgisini çekecek ve bu kuvvet dengesizliğinden nemalanmanın yollarını arayacaklardır. Duygu sömürüsü, dini argümanlar, milliyetçi yaklaşımlar gibi geniş kitlelerin kolayca kabullenebilecekleri “iletişim uyuşturucuları”ndan herhangi biri seçilecek ve kaza, bir krizi fırsata çevirmeye dek gidecektir. Yani sizin için talihsiz bir kaza bir başkası için mutlaka ve mutlaka büyük bir ikramiyedir. Buradaki üreme benzeri eylem ya da salt haz, şüphesiz bildiğimiz, bildiğimizi sandığımız seksten epeyce farklıdır: Tensel, kösnül bir yakınlaşmadan çok varoluş için rakibin bir şekilde ortadan kaldırılması, etkisizleştirilmesi ilkesine bağlıdır. Faşizmin akla uygun hale getirilmesi/içselleştirilmesi. Sizin yaşadığınızı hissedebilmeniz için karşınızdakinin ölmesi şartını aramanız oldukça yaygın bir sapkınlıktır ve yerkürede buna ağıt denir.

 

Yaralanan/ölen ile çevresi ise bambaşka bir hikayenin kahramanları... Burada Cronenberg’in Çarpışma’sı, teknolojinin bir uzva dönüştürülmesi eleştirisini getirse de Buttgereit imzalı Necromantic filmleri alttan alta estetiğin kaybıyla hesaplaşmaya yönelir. İnsanı bir kadavradan ayıran şey, sadece ilkinin yaşıyor olması mıdır? Hiçbir şey bu derece basit bir sorunun arkasına saklanmaz ne yazık ki; soruları ne kadar zorlaştırırsak kültürel ve sınıfsal çatışmalara hazırlayacağımız kılıflara, kılıf dikicilere kolaylık sağlarız.

 

Yaralanan, tüm varlığını kaybetmediği, ölmediği, kurtulamadığı için şanssızdır. Artık, o eksiklikleriyle daima göz önünde tutulacak, bir karşılaştırma kriteri olarak negatif bir değer kazanacaktır. Yolunda gittiği sanılan bütün bir ömür yeniden tanımlanacak, önemsediği olgular, duygular yeniden şekillenecek ve başkalaşım başlayacaktır. Kimse intiharına kaza süsü vermek istemez bu yüzden.

 

Aarø, daha elime aldığımda nedensizce bana Dorian Gray’in trajedisiyle gelen kitabı Elvira Madigan’ın Kayıp Parmağı’nda gördüğümüzle yetinip gördüklerimiz üzerinden kurduğumuz evrene, aşka bir de kadın dünyası ekliyor. Eksildiği hissine kapılan kişi güzellikle özdeşleştirilmiş bir cinsse bir de, güzelin algısı, güzelin kıstasındaki diğer yargılar, kazaların güzel olanla savaşı ve düzenini eskisi gibi sürdürebilme olasılığı, bu buhrandaki yalnızlık ve direnç, romanı okudukça aklınıza sık sık takılacak.

 

Norveçli Aarø’nun, Norveç gibi kazanın olağanüstü sayılabileceği bir ülkede kaza ile kadın arasından cımbızladığı yazgı meselesi uzun yola çıkacak hayatlar için ilgi çekici gelecektir. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.