Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Usta bir yazarın en kötü romanı



Toplam oy: 1238
Dashiell Hammett
Everest Yayınları


Everest Yayınları Dashiel Hammet polisiyeleri edisyonu Kızıl Hasat ve Sırça Anahtar'dan sonra Ailenin Laneti ile sürüyor.  Akım yaratmış bir yazar olarak polisiye edebiyatta özel bir yeri olan Dashiel Hammet’in hatırlanması ve genç kuşaklara tanıtılması sevindirici. Tanışmanın hayal kırıklığı ile son bulmaması için buraya bir not düşmek gerekiyor; daha önce Dashiel Hammet’i okumayanlar sakın bu romanla başlamasın. Çünkü Ailenin Laneti Hammet karakteristiğini hiç yansıtmadığı gibi yazarın kariyerinin en kötü kitabı nitelemesini de hak ediyor.



Gerçek dedektif


1894 doğumlu Hammett uzun bir süre Pinkerton Ulusal Dedektiflik Hizmetleri Şirketi'nde özel dedektif olarak çalışmıştı. 1923 yılında Black Mask dergisinde yayınlanan bir hikaye ile başlayan edebiyat kariyerini 1929 yılında ard arda yayımlanan iki romanla sağlamlaştırmıştı; Red Harvest (Kızıl Hasat) ve Dain Curse (Ailenin Laneti). Sonra Malta Şahini (1930) (bu roman 1940’lı yıllarda filme uyarlandığında sinema tarihinin de ölümsüzleri arasına girmiştir), Sırça Anahtar (1932) ve İnce Adam (1933)… 1934 yılında Colliers dergisinde yayımlanan hikayesi ile kariyerini noktaladı. Bu erken vedanın nedeni Hammet’in Amerikan Komünist Partisi ile ilişkiye girmesi ve dışlanmasıdır. Nitekim 1940’ların sonunda ABD’de  kaynatılan 'Cadı Kazanı'na o da atılacak ve soruşturma komisyonuna ifade vermediği için hapse de mahkum edilecekti.

Edebiyat kariyerinin kısalığının aksine Hammet’in edebiyat dünyasına etkisi çok uzun solukludur. Çünkü o polisiye türe gerçek dünyayı, gerçek suçları katan ilk yazardı. Onunla birlikte polisiye sokağa, kanlı canlı insanların arasına indi. Chandler' in deyişiyle "Hammett cinayeti aldı ve onu, sırf ortada bir ceset olsun diye değil, gerçek bir nedenle işleyen
insanların eline verdi gene, hem de cinayeti ellerindeki olanaklarla işleyenlere; el oyması düello tabancaları, kürar zehiri ya da tropikal balıklarla değil. Bu insanları oldukları gibi döktü kâğıda ve bu amaçla kullandıkları düşünce ve dille konuşturdu onları”. Sorunların zekâ oyunları ile değil silahların ve bileğin gücü ile çözümlendiği bu dünya, romantik ilişkilerden uzak, sokağın ağzını/argoyu kullanan bir üslupla ve hem şiddete hem cinselliğe ağırlık verilerek anlatılıyordu. Polisiye edebiyatın 'özel dedektif' tipini ve akımını yaratan, Kara Roman'ın öncülüğünü yapan Dashiel Hammet’ti.

Akımın karakteristiğini Erol Üyepazarcı’dan aktararak özetliyorum; “Bu tür polisiye öykülerin kurgulaması “katil kim?” romanlarından çok farklıdır. Örneğin cinayet, “katil kim” türünde olduğu gibi öyküden önce işlenmez; çoğu zaman anlatıcı olan detektifin olayın sonunda hayatta kalıp kalmayacağını bilemeyiz. Anlatı, aydınlatılması gereken 'muamma'nın çevresinde kilitlenmez ama bir bekleyiş havası yaratılarak okuyucunun ilgisi çekilir… Kara Roman'ın dedektifleri, cinayetin karşısına; onu kapalı bir mekanda çözümlenmesi gereken bir mantık sorunu olarak değil; denetlenemez, ne olduğu ve olacağı saptanamaz bir şiddetin kendini ortaya koyuşu sayarak çıkarlar. Bu dedektifler herşeyin para gücüne bağımlı olduğu bir ortamda ahlaki olarak savunulabilir bir tutum sürdürmeye çalışırlar ve çoğu zaman da gerçeği ortaya çıkardıklarında müşterileri mutluluktan havalara uçmaz.“

 


Kötü polisiye, kötü roman


Kızıl Hasat ve Sırça Anahtar'da yukarıda özetlenen karaktersitikler mevcut. Ancak Ailenin Laneti Kızıl Hasat'ın hemen ardından yayımlanmasına rağmen -ana karakterin Continental Dedektif Ajansına bağlı çalışan bir detektif olması dışında-
aynı özellikleri göstermiyor. Tersine; polisiye edebiyatın geleneksel 'whodonoit' (kim öldürdü, neden öldürdü, nasıl öldürdü) kurgusuna, Edgar Wallace tarzı suni gerilimlere, Nick Cartervari aksiyonlara göz kırpan ve popülerliği gözeten bir yaklaşım var. En iyi temsilini 'Malta Şahini' filminde Sam Spade rolünü oynayan Huprey Bogart’ın çarpık tebessümünde bulan keskin ironiyi bulamıyoruz. İşini ciddiye alan, suçlulara karşı masum bir kızı korumaya çalışan Continental Dedektif Ajansının detetifi yeldeğirmenleriyle savaştığının farkında değil. Oysa Sam Spade ya da Sırça Anahtar’ın kahramanı Ned Beaumont ya da İnce Adam'ın Nick Charles’ı dünyanın gidişatını ve bu dünya içinde adaleti tesis etmenin beyhudeliğini bilen, bu nedenle yüzlerinden acı bir tebessümü hiç eksik etmeyen insanlardı. Kapitalist bir toplumda takip edilmesi gerekenin 'kötülük' değil para olduğunu biliyorlardı. Para kötülüğün kaynağıydı. Ailenin Laneti'nde ise bu basit mekanizma işlemiyor. Muamma yaratmak için o kadar şey katmış ki işin içine, roman bütünlüğü parçalanmış, karmakarışık hale gelen olayları toparlamak için çok yapay bir çözüm bulmuş Hammet.

Bu 'yamalı bohça' yaklaşımını kitap kapağındaki tanıtımdan da çıkarabilirsiniz; “Bir dedektif, Continental Dedektif Ajansının isimsiz üyesi. Bir hırsızlık, çalınan sekiz pırlanta varsa, işin bir tarafında mutlaka bir kadın vardır. Evet, tuhaf, genç bir kadın Birdenbire ortadan kaybolacak bir kadın Kaybolan kadını ararken kendini, anlaşılmaz olaylar labirentinde bulan isimsiz dedektifimiz. Ve elbette cinayetler.. Birbiri ardına işlenen acımasız cinayetler şeytani bir zekânın hazırladığı plan gereği, ustaca işlenmiş cinayetler ve geçmişi gizemli olaylarla dolu bir aile. Masumiyetini çoktan yitirmiş, belki de bu yüzden nereye kaçarlarsa kaçsınlar peşlerinden lanetlerini de sürükleyecek olan Dain Ailesi.. Ailenin etrafını kuşatan bir tarikat. Kutsal Kâse Tarikatı.. Anlamını yitirmiş bir dünyada, insanları tezgâha getirmek için oluşturulmuş düzmece bir maneviyat vakfı Umudunu yitirmiş insanlara sahte umutlar satan sahte peygamberler yuvası . Ve bütün bu pislik karmaşasını bozacak hakikat. Zekice entrikalara, vahşi cinayetlere, ilahi yalanlara rağmen bir türlü yok edilemeyen hakikat. Karmaşık olaylar çöplüğünde bir pırlanta gibi parıldayan hakikat. İnsan ruhunun kadim niteliği: Kötülük”

Asıl sonuç; Kötü bir polisiye, kötü bir roman…

Ailenin Laneti için yaptığım bu değerlendirme hevesiniz kırmasın. Belki de en çok taklit edilen yazar olmasına rağmen -diğer romanlarını okuduğunuzda farkedeceksiniz- onu takipçilerinden ayıran en önemli özellik iyi bir polisiye yazarı olması değil, yazarlık yeteneğidir. Öyle ki Dashiel Hammet’in yazdıkları “yalnız bir polis romanı olarak algılanırsa içerdiği güzellikler sınırlanacak”tır.

Takipçileri demiştim. Kimler mi; 'Özel Dedektif' geleneğini sürdüren Kara Roman'cılar arasında başta Raymond Chandler olmak üzere hepsi de birbirinden yetenekli polisiye yazarları, Ross Macdonald, John D. Macdonald, Gregory McDonald, William Riley Burnett, Davis Goodis, Jim Thompson, James Hadley Chase, Mickey Spillane, Lawrence Block,Léo Mallet ve Jean François Vilar gibi isimleri sayabiliriz. Hatta onun özel dedektifin gözünden sistemin kirli yanını sergileyen muhalif bakışını “düzenin sağlandığına inanmak isteyen Amerikan orta sınıfının ırkçı ve faşizan eğilimlerini” dile getirmek için kullanan Mickey Spillane de bu türün takipçisiydi.

Ancak hiç biri Dashiel Hammet’in polisiyeye kattığı havayı yakalayamadı. Çünkü onlar bir türü sürdürmeye çalışıyorlardı. Bir romanda türü yaratan ortalamalardır, tür kalıplarını tutucu bir tarzda yineleyenler, yani o türü amaç haline getirenlerdir. Dashiel Hammet ise bir tür içinde yazmaz, daha doğrusu bir tür yaratmayı da düşünmemiştir. İçinden kopup geldiği yaşamı yansıtmak için yazmıştı Hammet. Etkilediği yazarların yazma amacı ise, onun beğenilen kalıplarını tekrarlamak ve böylelikle önce Kara Roman'ı yaratmak, sonra da sürdürmek oldu. Belli bir türe giren ürünler kendi özerkliğinin açıkça bilincine varmadığı kendini koşulsuz bir amaç gibi değil de, bir araç gibi gördüğü zaman biçime takılıp kalır, yabancılaşır. Bir roman kendi özünü kavrayamadığı, yalnızca biçimsel özellikler üzerinde durduğu ve bir şeyler ifade etmeyi bir yana bıraktığı zaman gerçeklikten kopar. Colinwood'a göre, kötü bir sanat eseri bir insanın duygusunun anlatımını yapmaya çalışan fakat başaramadığı bir eylemdir. Sözde sanatta böyle bir başarısızlık sözkonusu değildir, çünkü anlatma  teşebbüsü yoktur, başarılı ya da başarısız başka bir şey yapma teşebbüsü vardır. Günümüz polisiye yazarlarının kendilerini sakınması gereken de budur.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.