“‘Günlerden bir gün, bir sabah’, kendimi yine toplama kampında buluyorum. (...) Dörtlü sıralar halinde yürüyoruz. Bir subay uzun bir bambu değnekle bizi hizaya sokuyor. Önce nazik davranıyor, derken birden korkunç bir şekilde küfretmeye başlıyor. Yoklama için sıraya giriyoruz. Subay hâlâ bağırıp çağırıyor, ama vurmuyor. Bir an geliyor, her ikimiz (o ve ben) sırığı bir ucundan tutuyoruz: Bana vuracağı düşüncesiyle paniğe kapılıyorum. Kamptaki atmosfer el değmemiş gibi: Hiçbir şey onu bozamaz.” Bu, 1936’da Paris’te doğan Georges Perec’in Temmuz 1970’te gördüğü rüyalardan biri. Fransa’ya göç eden Polonya Yahudisi bir ailenin oğlu olan Perec, babasını İkinci Dünya Savaşı’nın başında cephede, annesini ise Auschwitz toplama kampında kaybetmişti. Ailesinin daha yaşlı üç üyesi de yine toplama kamplarında yaşamlarını yitirmişlerdi. Dönemin koşulları ile Perec’in yaşam öyküsü bir arada düşünülünce geçmişin üzerindeki baskısının, korkularının, acısının rüyalarında serbest kalmasına da, hapsedildiğine, kapatıldığına, itibarını kaybettiğine, kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya geldiğine, ayrımcılığa maruz kalıp tecrit edildiğine dair tekrarlayan imgelere de şaşmamak gerekir şüphesiz. Bu da Georges Perec’in 124 rüyasını bir araya getirdiği Karanlık Dükkân’ın sosyolog Roger Bastide tarafından kaleme alınan sonsözüne götürüyor bizi.
İlham veren metninde, rüyalara alışıldığı üzere psikolojik açıdan değil, farklı bir yönden yaklaşan Roger Bastide, rüya sosyolojisi denen kavramı gündeme getirdikten sonra, Perec’in rüyalarını olduğu kadar kendi rüyalarımızı da daha iyi anlamamıza yarayacak bir açıklamada bulunuyor. Üst sınıfın rüyalarının alt sınıfın rüyalarından, siyahilerin rüyalarının beyazların rüyalarından farklı olduğunu belirterek, rüyaların belirli toplumsal durumların sonucu olduğunu söylüyor. Freud’un bastırma yasasından hareketle, bir zamanlar rüyaların cinsel karakterinin daha belirgin halde seçilebildiğinden bahseden Bastide, günümüzde cinselliğin eskisi kadar sansürlenmediğini, hatta artık başka durumları sansürlemek için, dikkat dağıtıcı bir yöntem olarak kullanıldığını öne sürüyor. Eskiden rüyalarda tamamlanan cinsel sahnelere rastlanmadığını, fakat -Perec’inkiler de dahil olmak üzere- günümüz rüyalarında bu durumun değiştiğini anlatıyor: “Şimdi mademki cinsellik özgür, erotik bastırılmanın yerini muhalefetin, protestonun, siyasal itirazın bastırılması alıyor ve bu, bilinçaltına verilen yönlendirmeyle praksise göre kenara çekilme, yani içe kapanmacılık, içe dönüklük, intimizm şeklinde tezahür ediyor. Uyanık insan için nasıl ki televizyon özellikle gençleri şarkılarla, ritimlerle, danslarla, bedensel deşarjlarla ve sınırsız cinsellikle bombardımana tutarak bir yön değiştirme, ayartma tekniği işlevi görüyorsa rüya da aynı işlevi üstlenecektir.”
Haklı bir tespitle, eski rüyalarda bize katil, serseri, haydut gibi isimler verdiğimiz “yasadışı” kişilerin saldırdığını ifade eden Bastide, saldırganların artık düzenin temsilcileri arasından çıktığını, günümüzde rüya görürken de polis memurlarından ve bizi fişleyen bürokratlardan korktuğumuzu vurguluyor. Bir rüyasında şunu görüyor Georges Perec de: “Polis beni tutuklamaya geliyor. Vaktiyle, ufak bir kabahat işlemişim. Zihnimden silinip gitmiş, ama bugün yirmi yılıma mâl olacağını biliyorum. Kaçıyorum, tabancam var üzerimde. Geçtiğim yerlerin hepsi bana yabancı. Yakın bir tehlike yok, ama bu kaçışın hiçbir şeyi çözmeyeceğini en başından beri biliyorum.”
Filizlenen bir tohum
Bununla birlikte, Karanlık Dükkân’ı toplumsal düzeni okumamıza yardımcı bir semboller bütünü olarak göremeyiz sadece; bu Perec’in yazarlığına yapılmış bir haksızlık olur. Rüya görürken deneyimlediğimiz o yasaları belirsiz dünyayı ve bu dünyanın yarattığı kafa karışıklığını, yabancılık hissini aktarmak için farklı anlatım biçimleri deneyen Perec, rüyanın unutulmuş ya da silik kısımlarını, aniden farklı yöne sapışlarını, rüya görenin değişen ruh hallerini okura hayranlık veren bir netlikle yansıtmış. Sayfa numaraları yerine rüya numaraları bulunan kitapta, kullandığı yöntemleri izlerken, yazarın da bu yöntemleri sergilemekten keyif aldığını hissediyor insan. Zaten kitabın daha en başında, bu durumu bir sır olmaktan çıkararak, “Gördüğüm rüyaları kayda geçirdiğimi sanıyordum; kısa süre sonra fark ettim ki, meğer sırf yazmak için rüya görür olmuşum artık,” diyor Perec. Öte yandan, rüyaları yapıtlarında filizlenen birer tohum gibi de düşünebilir, ortak temaların izini sürebiliriz. Örneğin, adıyla da en çok rüyaları çağrıştıran ve yazarın uyuma eylemi (ya da eylemsizliği) üzerinde ne kadar durduğunu gösteren Uyuyan Adam bu gözle tekrar okunabilir.
1990’da yayımlanan Uyuyan Adam’ın, rüyaların işleyişine uygun bir yapısı var: Kaynağını, derinde yatan ama dillendirilmeyen örtük bir korkudan alıyor. Uyumaya çalışan kişinin kendisini incelerken bulduklarına ilişkin etraflı tasvirler içeriyor. Otobiyografik özellikler taşıdığı düşünülen, 1974’te yazarın katkılarıyla sinemaya da uyarlanan Uyuyan Adam (Perec, başrol için dudağında tıpkı kendisi gibi bir yara taşıyan Jacques Spiesser’i seçmiş, kitabın otobiyografik bir nitelik taşıdığını düşünenleri bir kez daha heyecanlandırmıştı), anakarakterin okulunu yarıda bırakmasıyla başlıyor, ki Perec de 1954’te başladığı tarih öğreniminden kısa sürede vazgeçmişti. “Tarihin üzerinde etki yapmadığı” birine dönüşmeye uğraşan roman kişisi ise, -belki de Perec gibi- belleksiz ve korkusuz olmaya, kendisini toplumun dışında bırakarak korumaya çalışmakta, kitabın son sayfalarında da, “Düş gören bir adam gibi konuşmaktan vazgeç,” diyerek kendisini azarlamaktaydı.
Perec, insanlığın en zalim dönemlerinden birini yakından deneyimlemiş, algıları son derece açık, kalemi de en az o kadar güçlü bir yazar. Uyuyan Adam da bu üçü bir araya geldiğinde ortaya nasıl bir edebiyat eseri çıkabileceğini gösteren güçlü bir metin. Karanlık Dükkân ise güçlü metinler kaleme alan bu yazarın rüya sosyolojisine ilgi duyanlara sunduğu zengin bir vaka incelemesi...
* Görsel: Mehmet İnanır
Yeni yorum gönder