Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Uzak bir gölge



Toplam oy: 961
Andre Gide
Can Yayınları

“André Gide’i André Gide yapan şey nedir?” diye sorulsa buna hemen şu yanıt verilebilir: Birincisi yaşadığı dönemin tanığı bir aydın, ikincisi bu dönemin ahlaki sorgulamasını üstlenen sorumlu bir insan. Bütün eser ve eylemlerinin omurgasını bu iki özellik oluşturuyor.

 

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında geçen, Gérard Lacase ve Francis Jammes’in davetiyle Quarfourche Şatosu’na yapılan geziden devşirilen Isabelle adlı kitapta da bu omurgayı bulmak mümkün. Gide, kitabı “İşte Gérard’ın anlattığı hikâye” diye takdim ediyor.

 

Gide’in Gérard aracılığıyla anlattığı ortam biraz gölgeli; insanlardan, eğlenceden ve akıp giden hayattan bir hayli uzaktaki şato, içinde yaşayanların ve ziyarete gelenlerin gözlerini sürekli birbirinin üstünde tutması adına biçilmiş kaftan. Anlatıcı Gérard da bunu söylüyor zaten; uzaklığın yarattığı tedirginlikle düşünüyor: “O akşam, tek başıma odama çekildiğimde dayanılmaz bir tedirginlik, ruhumu ve bedenimi sıkıştırıyordu; sıkıntım neredeyse bir korkuya dönüşmüştü. Yağmurdan bir duvar her türlü tutkudan uzak, hayattan uzak, beni dünyanın geri kalanından ayırıyor; karanlık bir kâbusun içinde insanlardan sayılmaları zor, kanları çekilmiş, renkleri solmuş, çok uzun zamandır kalpleri çarpmaz olmuş, tuhaf varlıkların arasına kapatıyordu. Valizimi açtım ve ajandamı buldum: Bir tren! Gece ya da gündüz, hangi saatte olursa olsun… Beni alıp götürsün! Burada boğuluyorum…”

 

Bu sıkıntılı ve ölgün ortamda Isabelle’in portresini gören Gérard, geçen sıkıntılı günler sonunda biraz olsun nefes almaya başlar. O portre ve elbette eline geçen mektup, Isabelle’le Gérard’ın hissettiklerini kesiştirir. Isabelle’in, mektubunda kendini “esir” diye nitelemesi ve sevgilisine gelmesine izin verilmeyişinden yakınıp “zindan”dan kaçması Gérard’ı meraklandırır, Isabelle’i düşünmeye başlar: “Ölümün ev sahiplerimin içini donduran uyuşturucu karanlığını şimdiden hissediyordum; bense bir iç sıkıntısıyla bir dehşet duygusuyla boğuluyordum. Ey ilkbahar! Hey açıklardaki rüzgârlar, iç gıcıklayıcı kokular, hava kadar hafif ezgiler, buraya asla gelemeyeceksiniz, diyordum kendi kendime ve sizi düşünüyordum Isabelle. Nasıl bir mezardan kaçmayı başarmıştınız! Peki, hangi hayata doğru?”

 

Gérard’ın içinde sürüp giden tuhaf fırtınaya şatonun duvarlarından ve oradaki insanlar arasındaki çekişmelerden ve sağlık sorunlarından doğan çatırtılar eşlik eder. Aslında bu, şatoyla beraber bir ailenin de peyderpey sonlanışına işaret eder.

 

Isabelle, şatodaki boğucu ortamda özgürlüğünü arayan, isteyen ve onu sıkıştıran korkularından uzaklaşmayı arzulayan arzulayan bir kişilik şeklinde karşımıza çıkar. Bu yolda her şeyi göze almış ve tüm gemileri yakmaya hazır bir karakter.

 

Gide, Isabelle’in yaşadıklarına ilgi duyup bunu bir romana dönüştürdüğünde esas olarak bu kaçış dürtüsüne, hatta ne pahasına olursa olsun o özgürlük tutkusuna ilgi duymuş gibi görünüyor. Madalyonun öbür yüzünde ise Gérard’ın, âşık olduğu ve geçmişin kapıları aralandıkça Isabelle’in “baştan çıkarıcı” bir kadın olduğunu düşünmesi ve bunu görmesi; buna rağmen her şeyi merak etmesi yer alıyor. Şato ise kalın duvarları ve kuşatıcılığıyla her şeyi korumaya alan ama çöküşüyle ailenin de dağıldığı ilginç bir metafor.

 

Dolayısıyla Gide’in romanı, iki ucu iki ayrı hikâye barındırıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.