“André Gide’i André Gide yapan şey nedir?” diye sorulsa buna hemen şu yanıt verilebilir: Birincisi yaşadığı dönemin tanığı bir aydın, ikincisi bu dönemin ahlaki sorgulamasını üstlenen sorumlu bir insan. Bütün eser ve eylemlerinin omurgasını bu iki özellik oluşturuyor.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında geçen, Gérard Lacase ve Francis Jammes’in davetiyle Quarfourche Şatosu’na yapılan geziden devşirilen Isabelle adlı kitapta da bu omurgayı bulmak mümkün. Gide, kitabı “İşte Gérard’ın anlattığı hikâye” diye takdim ediyor.
Gide’in Gérard aracılığıyla anlattığı ortam biraz gölgeli; insanlardan, eğlenceden ve akıp giden hayattan bir hayli uzaktaki şato, içinde yaşayanların ve ziyarete gelenlerin gözlerini sürekli birbirinin üstünde tutması adına biçilmiş kaftan. Anlatıcı Gérard da bunu söylüyor zaten; uzaklığın yarattığı tedirginlikle düşünüyor: “O akşam, tek başıma odama çekildiğimde dayanılmaz bir tedirginlik, ruhumu ve bedenimi sıkıştırıyordu; sıkıntım neredeyse bir korkuya dönüşmüştü. Yağmurdan bir duvar her türlü tutkudan uzak, hayattan uzak, beni dünyanın geri kalanından ayırıyor; karanlık bir kâbusun içinde insanlardan sayılmaları zor, kanları çekilmiş, renkleri solmuş, çok uzun zamandır kalpleri çarpmaz olmuş, tuhaf varlıkların arasına kapatıyordu. Valizimi açtım ve ajandamı buldum: Bir tren! Gece ya da gündüz, hangi saatte olursa olsun… Beni alıp götürsün! Burada boğuluyorum…”
Bu sıkıntılı ve ölgün ortamda Isabelle’in portresini gören Gérard, geçen sıkıntılı günler sonunda biraz olsun nefes almaya başlar. O portre ve elbette eline geçen mektup, Isabelle’le Gérard’ın hissettiklerini kesiştirir. Isabelle’in, mektubunda kendini “esir” diye nitelemesi ve sevgilisine gelmesine izin verilmeyişinden yakınıp “zindan”dan kaçması Gérard’ı meraklandırır, Isabelle’i düşünmeye başlar: “Ölümün ev sahiplerimin içini donduran uyuşturucu karanlığını şimdiden hissediyordum; bense bir iç sıkıntısıyla bir dehşet duygusuyla boğuluyordum. Ey ilkbahar! Hey açıklardaki rüzgârlar, iç gıcıklayıcı kokular, hava kadar hafif ezgiler, buraya asla gelemeyeceksiniz, diyordum kendi kendime ve sizi düşünüyordum Isabelle. Nasıl bir mezardan kaçmayı başarmıştınız! Peki, hangi hayata doğru?”
Gérard’ın içinde sürüp giden tuhaf fırtınaya şatonun duvarlarından ve oradaki insanlar arasındaki çekişmelerden ve sağlık sorunlarından doğan çatırtılar eşlik eder. Aslında bu, şatoyla beraber bir ailenin de peyderpey sonlanışına işaret eder.
Isabelle, şatodaki boğucu ortamda özgürlüğünü arayan, isteyen ve onu sıkıştıran korkularından uzaklaşmayı arzulayan arzulayan bir kişilik şeklinde karşımıza çıkar. Bu yolda her şeyi göze almış ve tüm gemileri yakmaya hazır bir karakter.
Gide, Isabelle’in yaşadıklarına ilgi duyup bunu bir romana dönüştürdüğünde esas olarak bu kaçış dürtüsüne, hatta ne pahasına olursa olsun o özgürlük tutkusuna ilgi duymuş gibi görünüyor. Madalyonun öbür yüzünde ise Gérard’ın, âşık olduğu ve geçmişin kapıları aralandıkça Isabelle’in “baştan çıkarıcı” bir kadın olduğunu düşünmesi ve bunu görmesi; buna rağmen her şeyi merak etmesi yer alıyor. Şato ise kalın duvarları ve kuşatıcılığıyla her şeyi korumaya alan ama çöküşüyle ailenin de dağıldığı ilginç bir metafor.
Dolayısıyla Gide’in romanı, iki ucu iki ayrı hikâye barındırıyor.
Yeni yorum gönder